Geceydi. Zaman dişlisinden kopmuş, acımasızca vuruyordu
karanlığın boşluğuna. Sınırlarından dönüyorduk her duygunun. Issız kelimelerin gölgesinde sonsuz gibi
duran gecenin içinde tek gerçek sigaradan çıkan duman, plastik bardağın içinde
karışan kimyanın bileşenleriydi. Bizi incitecek bütün araçları
kaldırmıştık. İsimsizdik, zikredilen tek
şey, gizlice rehin bırakılmış acılardı.
Dört duvarın içinde, bir perdenin arkasına gizlenen radyodan, içeriye
doğru yayılan ses dalgası bölücüydü.
Neden başka bir sese ihtiyaç duymuştuk ki?
Kadının yüzünde anlamlar arıyordum. Her baktığımda beni,
kendi derinliğine çeken gözleri, bir tünelin içinden geçiyormuşum hissini
uyandırıyordu. İri gözleri, dudağının kenarına yerleştirdiği, derin çizgileri
bir miladın ifadesinden çok bilmenin vakurluğuydu sanki. Ona sorular sormak istiyordum ama kafamı bir
türlü toparlayamıyordum. Ya gözlerine takılıyordum ya da radyodaki spikerin
sinir bozucu sesine. Cesaretimi uygun bir ses tonuna büründürerek ‘’Radyoyu siz mi açtınız?’’ Dedim.
’Ben açtım’’ dedikten sonra. İnsana huzur veren sesiyle
devam etti.’’ Kafanın içindeki ses derinleşir ve sadece kendini dinlemeye
koyulursan, dışarıdan gelen her ses gücünü kaybederek silikleşir. Ben de bu
sesle kendimi; bölmeye, unutmaya, saklamaya çalışarak soluk alıyorum. Bazen
nefesim bir melodiye dönüşürken, suskunluğumla da meydan okurum yalnızlığıma…’’
Demek ki senin de acıların var? Sen de yalnızsın? Yüzündeki
çizgilerin derinliğinden okunuyor her halin.
‘’Yüzümdeki çizgilerden anlamlar arama! Aradığın orada değil
çünkü. Onlara morfin vurdum. Birazdan felce uğrayacak ve derinliklerini
göremeyeceksin.’’dedi
Öfkelendi mi yoksa söylediklerimden huzursuz mu kızmışımıydı
anlayamadım. Kurduğu cümlelerden sonra, gecenin sınırlarını onun belirleyeceğinden
artık emindim.
Demek yüzümdeki çizgilerden
yola çıkarak, beni anlamaya çalışıyorsun. Bak sana ne söyleyeceğim:
Beden de tıpkı bir mektup gibidir. Nasıl okuduğun ve nasıl
anladığın önemlidir. .Kolay olsaydı, gizleme ihtiyacı duymazdık. Kapalı olan bu
bedeni açmak, içindekilerin okumak, yani insanın iç dünyasına varmak kolay
değil.
Aklın sınırlarını aşmak, başka dünyalardan süzdürdüğümüz her
söz ve anlam sadece bu davarların içinde hükmünü sürdürebilir. Sen şimdi beni
anlamayı bırak zamanın varken duyduğun bu sesi, kulağının çeperlerine yerleştir,
muhtemelen yarın bu ritmik sesi bir daha duymayacaksın.’’
Dedikten sonra, bakışlarını hızla yüzüme doğru çevirerek
söylediklerinin, üzerimde nasıl bir etki yaratmış olabileceğini kestirmeye çalıştı.
Söylediklerini aklımda tutmaya çalışıyordum. Ama başaramıyordum bir türlü.
İçten içe huzursuz olmaya başlamıştım.
Bunu anlamış olmalı ki, yüzüne sıcak bir tebessüm
yerleştirerek daha sıcak bir ses tonuyla devam etti.
Sadece sezgilerini uyanık tut. Düşünceden uzaklaş. Sezgilerine güvenmelisin çünkü orada da
bilinç var. Yoksa yorulursun, aldanırsın
oysa hayat sonsuz değildir düşünceler gibi.
Başkalarını anlamaya çalışma! Anlayamazsın… Bunu yaparsan aldanırsın
kendine yalan söylemeye başlarsın ki, bu en tehlikeli şeydir. Kendini anlamaya
çalış, varlık nedenini anlamlandır.
Sorularını insanlara değil; önce kendine, sonrada doğaya sor.’’ Mutlak doğru ‘’gelmese
de, mutlaka bir cevap gelecektir.’’
Dedikten sonra, yerinden kalkarak cama doğru yöneldi. Sol eliyle kanlın perdeyi aralayarak derin
bir soluk aldı. Söyledikleri beni sarsmıştı. Soruları ise zihnimde birbirlerine
çarpıp duruyordu.
Oysa ben hep düşüncelerin peşinden koşmuştum. Sezgilerin
dayanıksız oluşları beni, önyargıya götürecek düşüncesiyle hep uzak durmuştum.
Bir kadının sezgileri kadar güçlü değildi sezgilerim. Her durumu akılla
açıklanamayacak kadar karmaşık olduğunu biliyor olsam da; akla dayanmayan
duyular dünyasının karmaşıklığında kurtulmanın bir yolunu hep aramıştım.
Kadının söyledikleri beni zamandan koparmış, algılarım hızlı ve sürekli yön
değiştirmeye başlamıştı bile.
Kendimi anlamak adına bu güne kadar ne yapmıştım? Kaç saatti mi, günü mü, yılı mı yalandan uzak
tutabilmiştim? Hayat korunaklı bir yer değil ki. Tamamen özgür olmadığın bir
yerde yalansız yaşamanın da mümkün olmadığını düşünmüştüm hep. Bu yüzden de
insan unuttukça, yaşamaz mı zaten. Hangimiz yalanlarımızın şeceresini tutarız
ki.
‘’Şimdide bahaneler uyduruyorsun kendine ‘’dedi.
İrkildim. Çünkü düşüncelerimi
sese dönüştürmemiştim henüz. Zihnimden
geçenleri nasıl bilebilirdi? Sorularım
çoğaldıkça korkularımda artıyordu.
Savunmasızdım bu kadının karşısında. Sesinin tınısı ve vurgusu insanı
eziyordu. Artık bütün kontrolü eline almıştı. Ben devinimsizdim her anlamıyla
onun karşısında. Camdan uzaklaşarak masanın üzerinde duran kitabı eline alarak
.’’Bak sana ne okuyacağım’’ dedi.
‘’Hiçbir konuda kıblesi olmayanın, düşüncesinin de bir hükmü
olmaz. Ateşe yazı yazanlar vardır bir de
ateşe dilini sürenler. Yazan kalemine tüm harfleri sığdıramazsa, dilinin
gölgesinde yaşar. Nasıl ki saçlar, sevgilinin
yüzünde ki güzelliği perdelerse harfler de sözün özünü örter. Yüzünü saklarsan
pusula seni doğru yere götürmez.’’ Kısa bir sessizlikten sonra.
‘’Ne düşünüyorsun bu konuda’’ dedi.
—Kim yazmış ki bunu? Ayrıca ben sadece iktisat kitaplarını
okumayı seviyorum. Bir de bir kaç yazarın özlü sözlerini bilirim. Senin
okuduğun bu satırları daha önce hiç duymadım. Derin şeyler beni ürkütür her
zaman. Geçek hayatta böyle derinlikler olmaz. Zaten kitaplar kurgu değil mi?
Hatta biraz da yalanla beslenmezler mi?
Mesleğinle ilgili
kitapları tercih etmeni anlıyor dahası önemsiyorum da. Ama kendini sınırlamanı
ve bilmediğin konular hakkında fikir beyan etmeni de doğru bulmuyorum.
Sorularıma kaçamak cevaplar veriyorsun. Oysa biz bu gece sorularımıza yeni
cevaplar bulmak için değil farklı sorularla yeni cevapların izinden giderek
zamana dokunabilmeyi seçmiştik. Büyülü bir varlık değiliz. Bütün korkularımız
türümüze karşı duyduğumuz güvensizlikten geliyor. Oysa doğa öyle mi? bak
etrafına hangi ağaç, hangi bitki kendi türüne zara veriyor. Bizim dışımızda.
Radyonun sesini artık duymuyordum. Kulaklarımda sadece
kadının sesi, beynimin kıvrımlarından ise kelimeleri dolaşıyordu. Gecenin sonun
doğru teslim bayrağını çekmiştim. Tek istediğim şey bunun bir düş olmasıydı.
Ama değildi. Kadının sesiyle bir kez daha irkildim.
‘’ Sana bu kitaptan bir öykü okumak istiyorum. İstersen
tabii’’. Başımla onayladıktan sonra: Gecenin gölgesinde derin bir uykuya
dalacağız seninle birazdan ’’.dedi ve devam etti.
Söğüt Ağacı suyu çok sever. Sever sevmesine ama bizim acemi
çiftçi, üç fideyi de sudan ırak bir yere diker. Acemi olduğu kadar da sabırsız çiftçi her
gün gider kontrol eder. Gel zaman git
zaman söğüt ağaçları fidelerinin tepelerinde yumrularını önce kahverengine
sonrada yeşile doğru tomurcuklandırmaya başlar. Kolay olmamıştır bu gelişme
hali. Ama inatçıdır da söğüt ağacı. Öyle pes etmez hemen. Önce köklerinden damarlarını oluşturur. Sonra damarlarını suya ulaştırmaya çalışır,
yönünden sapmaz. Topraktan aldığı güçle yoluna devam eder. Bilir ki gövdeleri
kalınlaştıkça, dalları serpildikçe gölgeleri biri birine karışarak doğadaki
yerini alır. Ve bunu yaparken hiçbir çıkar gözetmez. Kendini kandırmaz, yalan
söylemez, ne istediğini bildiği gibi ne vereceğini de bilir.’’
Yorgunum biraz dinlenmeliyim. Dedikten sonra yatağa uzandı.
Neden ona baktığımda çizgileri eksik sayıyordum. Nasıl oluyor da yüzünü bu kadar hızlı
değiştirirken, bedenin bu kadar sabit tutabiliyordu. Sözcükleri gibi bedeni de
şaşkınlık uyandırıyordu bende.
Geceyi sabaha kavuşturmuştum yine. Sesim bir perdenin arkasından geliyordu
sanki. Soğuk renksizdi sabahın ilk ışıkları. Yalnızdım ve korkuyordum. Kucağıma bırakılan sorularla ne yapacağımı
bilemiyordum. Kafamda bu sorularla odanın içinde dönüp dururken gözüm, masanın
üzerinde duran kırmızı kâğıda ilişti.
‘’ DIŞARI ÇIK VE İLK KARŞILAŞTIĞIN KİŞİYE ÖLÜMCÜL BİR YALAN
SÖYLE’’