Çalan telefonu, güçlükle uzanıp aldım. Gözlerim yarı kapalı,
bu saatte kim ola ki, diye düşündüm. Saçma bir düşünceydi; çünkü saatten
haberim yoktu. Sabahın körüydü belki veya öğlen olmuş olabilirdi. Rana’dır
belki düşüncesi gelir gelmez aklıma ayıldım tabii. Gözümü telefon ekranına
diker dikmez hayal kırıklığı. Rana niye arasın oğlum seni? Doğru. Niye arasın
beni Rana? Rana konusunu ertelesek? Telefon ekranında Hakan’ın adı var. Açtım
tabii.
-
Hakan?
-
Abi evde misin, uyuyor musun, diye soruyor. Sesi
telaşlı.
-
N’oldu, saat kaç, diyorum.
-
Abi, sana geliyorum, diyor soruyu duymazdan
gelip.
Hakan, birkaç yıl önce trafik kazasında kaybettiğimiz kan
kardeşim Kaan’ın kardeşi. Bir bakıma, Kaan’dan miras kardeş. Kaan çekip
gidince, bu oğlan bana düştü iyice. Ne yalan söyleyeyim, ben de ona. Öncesinde,
abisiyle nereye gitsek peşimize takılan, aramızda olmak için rahatsız edici bir
çaba içinde olan, pek de istenmeyen küçük kardeşti. Kaan’ı defnettiğimiz günden
beri oğlana abilik yapmak kaçınılmaz oldu. Geçenlerde evlendirdik; düğününde
hiç utanç duymaksızın “ Ankara’nın Bağları” ve ardı sıra çalınan “ Hayatı
Tespih Yapmış Sallıyormuşum” şarkıları eşliğinde göbek de attık. Yine de
büyümedi oğlan bak, başı sıkıştıkça bende.
-
Gel, diyorum. Evdeyim, nerede olacağım?
-
Abi, kahvaltı ettin mi, poğaça filan alayım mı,
diye soruyor.
-
Al Hakan, diyorum. Karaköy böreği de al. Nasılsa
Rana yok; yağlıydı, o yenir miydi lafları edecek, kafa şişirecek bir Rana yok,
diye düşünüyorum. Rana’nın yokluğunun iyi bir yanını görebileceğim aklıma
gelmezdi. Toparlıyorum herhalde, diye seviniyorum buna.
-
Tamam abi, diyor Hakan. Sesi hala sıkıntılı.
Telefonu kapatıp, doğruluyorum yatakta. Mıymıy ile göz göze
geliyoruz. Rana’nın kucağında, ki el kadardı o zaman, eve geldiği günden beri
ne vakit göz göze gelsek yaptığı gibi sarı gözlerini kısıp pis pis bakıyor
bana. Rana’nın gidişinden bu yana şiddetlendi bu bakışlardaki kızgınlık. Sırf
onu terk etti sanki Rana. Bizi birbirimize ceza bıraktı kızım, anla işte
diyorum bakışlarına tahammül edemediğimde. Bir şey anladığı yok tabii.
Yemeğini, suyunu verip, işini halletmesi için bahçeye bakan pencereyi açık
bıraktım mı, ilişkimiz sonlanıyor. Birbirimizi olabildiğince görmezden gelerek
yaşamayı sürdürüyoruz işte. Giderken onu neden götürmediği de muamma. Bir
kadının aklından ne geçtiğini anlamak mı, yok işte orada cidden yeteneksizim.
Yataktan kalkıp banyoya geçiyorum, Hakan gelmeden hızlı bir
duş olasılığını şöyle bir tartıyorum. Nerede olduğunu sorsaydım keşke. Elimi
yüzümü yıkayıp çıkıyorum. Mutfağa yöneldiğimi fark eden Mıymıy da yataktan
atlayıp, peşimden geliyor. Önce çayı koy, sonra huysuzun yemeğini ver,
pencereyi aç, sonra bir sigara yak planlamasını yapıveriyorum hızlıca. Ardından
bir bir yapıyorum kendime dediklerimi. Pencereyi açınca içeri dolan ama
üşütmeyen serinlikle, sigaranın ilk nefesinin ciğere dolmasının ürpertisi aynı
anda geçiyor içimden. Su kaynıyor, demlerken kapı çalıyor. Geldi bizim oğlan.
Acaba derdi ne? Büşra ile kavga etmiştir’e yatırırdım paramı. Kedi – köpek
gibiler kızla. Evlenmelerinden önce de böyleydiler, dünya evine soktuk bir şey
değişmedi. Gidip kapıyı açıyorum, elinde köşedeki pastaneden alınmış poşet,
yüzünde epeydir görmediğim bir gerginlikle giriyor içeri. Mıymıy koşup
paçalarına sürünüyor. Hep sevdi bu oğlanı, hiç yapmaz bana böyle. İçimden saçma
bir kıskançlık dalgası gelip geçiyor.
-
Geç, diyorum mutfağı göstererek.
Elindeki poşeti mutfak masasına bırakıp oturuyor. Yüzüne
fazla gelmiş sıkıntı, ağırlığının birazını da omuzlarına vermiş gibi çökkün.
-
Naber abi, diyor. Sesimi çıkarmıyorum. Nasıl
olduğumla ilgilenecekmiş gibi durmuyor.
-
Hayırdır, diye soruyorum. Sabah sabah bu ne hal?
Cevap vermeden, cebinden sigara çıkarıp yakıyor. Sonra
aklına gelmiş gibi paketi bana da uzatıyor. Bir tane çekiyorum paketten.
Sigaramı yakması için eğiliyorum. Bakışlarımız denkleşiyor. Canı gerçekten
sıkkın bu çocuğun, o an anlıyorum. Doğrulup, tabak çıkarıyorum masaya. Çay
bardakları, çatal kaşık, biraz peynir ve yaz sonu Rana’nın annesinin Ege’den
getirdiği çam balından çıkarıyorum. Bal kâsesini elimde tutmanın tuhaf hissini
bir yana atıp, ikimize çay doldurup karşısına oturuyorum.
-
Rana abladan haber var mı, diye giriyor söze. Hay
Rana ablana, diyecek gibi oluyorsam da vazgeçiyorum. Söze nasıl gireceğini
bilemediğinden belli ki.
-
Yok, diyorum. Rana meselesinde her şey aynı.
Tabağına Karaköy böreğinden ve birkaç parça poğaça
koyuyorum. Hafifçe ittiriyorum ona doğru. Açlık sıkıntıyı katlar, dolu mideyle
daha kolay halledilebilir gelir meseleler. Börek de güzelmiş ayrıca, sıcak ve
bol yağlı.
-
Birkaç gün misafir kabul eder misin abi, diye
giriyor Hakan söze.
-
Hayırdır, Büşra kapıya mı koydu yoksa, diyerek
gülüyorum. Sıkıntıyla bakıyor.
-
Sen he demezsen o da olacak, diyor.
Meraklanıyorum.
-
Doğru düzgün anlat oğlum işte mesele neyse,
diyorum sabırsızca.
Anlatıyor. Şu kızmış
işte. Hani, üniversite yıllarında sevgilisi olan. Hani okul bitince çekmiş
memleketinde gitmiş. Hani, geçenlerde bunu facebooktan bulmuş da, mesajlaşmaya
filan başlamışlar. Ama yok abi, düşündüğün gibi değil. Dostça. Büşra’nın haberi
yok tabii. Abi biliyorsun kıskançlığını, gebertir beni. Kız da yazıyor napayım,
engelleyeyim mi? Neyse işte bu kız geliyormuş akşama ve kalacak yeri de yokmuş.
Laf arasında da ayarlarız bir şeyler demiş bulunmuş. Ama kızı kendi evinde
nasıl misafir edermiş. Büşra derisini yüzermiş vallahi. Ocağıma düşmüş. Rana
abla da yokmuş zaten. Sanki bilmiyoruz olmadığını! Boş odam da varmış.
N’olurmuş şu kızı, bir iki gün misafir etseymişim. Sessiz sakin, İyi kızmış,
rahatsızlık vermezmiş.
-
Kız kabul eder mi ki, diye sordum sanki tek
derdim buymuş gibi. Tanımadığı etmediği bir adamın evinde kalmayı? O sırada, ya
kız evdeyken Rana’nın geleceği tutarsa diye geçiyordu aklımdan. Ya kızı
görürse, ya açıklamamı dinlemek istemezse, ya dönmemek üzere giderse. Zaten
öyle gitmedi mi ki, cevabının da tam yeri hani.
-
Orası kolay abi, diye atılıyor Hakan. Kızla
konuştum, önce nasıl olur, olur mu filan dedi ama sonra, işi acil tabii ve
kalacak yere ihtiyacı da var. Kabul etti.
Her şeyi de ayarlamış kerata. Rana’dan sonra bu eve ilk kez
girecek kadının, tanımadığım biri olduğu fikrinden daha korkutucu ne olabilirdi
o an bilmiyorum. Yine de çocuğu yüz üstü bırakmayacağımı biliyorum.
-
Bir düzenim yok biliyorsun, diyorum yine de
Hakan’a. Geliş gidişim belli değil. Rahatsız olmasın arkadaşın.
-
Yok, abi diyor. Aldırmaz o. Kendi halindedir
zaten. O da yatmadan yatmaya gelir zaten.
-
Büşra duyarsa benim de derimi yüzer biliyorsun,
diyerek son çekincemi söylüyorum.
-
Duyarsa ikimiz birden gittik zaten abi, diye
gülüyor. Vallahi benim kötü bir niyetim yok, kızla bir kahve içersem içerim
eski gümlerin hatırına. Hepsi bu, diye de ekliyor.
-
Tamam ulan, inandım diyorum. Rahatlıyoruz.
Çaylarımızı içiyor, börekleri bir solukta tüketiyoruz.
Arkasından birer sigara tellendiriyoruz. İkimiz de düşünceliyiz. Kaan’la pek
çok kez suç ortaklığı etmişliğim vardı yıllar boyunca. Hakan’ın suç ortağı
olacağımı hiç düşünmemiştim. Böyle mi abilik yapılır, diye sorduğunu işitir
gibi oluyorum Kaan’ın. Oğlum, n’apsaydım? Çocuğu nasıl yüz üstü bırakırım?
Üstelik kötü bir niyeti yok, diye açıklama yaparken buluyorum iç sesimi.
Rana’nın geleceği tutarsa da tutar. Beni terk ederken, şu kediyi de başıma
bırakırken düşünecekti bunları. Aşk bitmişmiş! Birbirini çok seven kardeşlere
benzemişmişiz! Hayat geçiyormuş! İkimizin de önünde şans varmış henüz, bundan
mahrum kalarak birbirimize haksızlık ediyormuşuz! Gelsin ulan! Gelsin görsün!
Akşama havaalanından alacakmış kızı bizim oğlan. Ev leş
gibi, dolap da tam takır. Çayları bitirip, ikimiz iki koldan telaşlı bir
temizliğe girişiyoruz önce.
-
Kral adamsın, diyor durup durup Hakan. Kaan
geliyor ikimizin de aklına. Gözlerimi kaçırıyoruz birbirimizden.
Hakan’ı alışverişe yolluyorum sonra. Yoldan gelenin önüne
yemek çıkartmadan olmaz. Oğlum, ne bu heyecan, bu telaş diye sorsam yeridir kendime.
Ya Rana… Mıymıy’ın kızgın bakışlarındaki yoğunluk artmış gibi geliyor bana ya,
aldırmıyorum. O hep böyle baktı bana. Hakan eli kolu market poşetleriyle dolu,
kapıda bitiyor az sonra. Kız için ayırdığımız odayı havalandırdık, çarşaflarını
da değiştirdik. Başka? Bir buket çiçek de mi koysaydık odasına. Yok deve!
Hakan öğlene doğru çıktı. Büşra’yı yeni açılan alışveriş
merkezinde arkadaşlarıyla buluşması için götüreceğine söz vermişti, işine de
gelmişti keratanın. Kızı almak için bahane düşünmesine gerek kalmamıştı. İşin
rast gidiyor ha, diye dalga geçmiştim. Aman abi ya, demişti utanarak. Akşamüstü
kızı alacak, belki deniz kenarında bir çay içmeye götürecek, ardından da bana
bırakacaktı. Allah var, akşamı dar ettim. Oda oda gezinip, Rana’nın geride bıraktığı
boşlukların artık o kadar da boş görünmediklerini fark edip şaşırdım. Daha çok
Rana’nın beğenisi olan eşya çokluğuna bakıp, neden bunları götürmemişti ki
yanında diye meraklanıp, bir kısmından kurtulmanın işe yarayıp yaramayacağını
düşündüm. Akşamın yaklaşmakta olduğunu görüp panikle mutfağa attım kendimi.
Kıymalı makarna, salata ve anne tarifi yalancı Çerkez tavuğu. Fena olmadı. Mutfak penceresinden bir içeri girip bir
dışarı çıkıp duran Mıymıy’ın huzursuzluğunu görmezden geldim. Nihayet kapı.
Çok da hevesli görünmemeye çalışarak açtım kapıyı. Sıkılan
gülümseyen Hakan’ın hemen yanındaydı. Utangaç bir gülümseyişle bakıyordu. Nazikçe
buyur ettim onları içeri. Davetsiz misafirimin gözlerine bakar bakmaz
düşünmekten kendimi alamadım: Ya Rana….
Mel’un Renk