I.
Üç numaralı koltuk
boştu. Bu, otobüs yolculukları için zorunlu kıldığım bir şartı yerine
getiriyordu: koridor tarafında oturacaktım. Bir de bu otobüs yolculuğu için
özellikle arzuladığım, başka otobüs yolculuklarında önemi zorunluluk
mertebesinde olmayan bir başka şartı da yerine getiriyordu: önde oturacaktım. Duyduğum
bir korku beni koridor tarafında oturmaya zorlarken, önde oturmayı arzulamama
sebep olan şey haz duygum. Korkumun içinde hapsolduğum çeperlerini
zorlayamazken hazlarımın kılığını çok hızlı değiştirtebildiğimden, değişen
kılıklar önde oturma şartını zorunlu olmaktan çıkarıyor, önemsizleştiriyor. Önde
otururken, ruhumun mekânın genişlemesine olan açlığını yol çizgileri üzerinden benliğimin
derinlerine doğru akan görünümlerle doyurmak hazzının yerine, arkada otururken,
mekânın içimden sonsuza doğru uçuşup-kaçışmasının, yani tam tersi yönde çalışan
bir duyumun hazzını koyabiliyorum. Bu otobüs yolculuğumda önde oturmayı
özellikle arzulamamın sebebi ise yolculuğumun gece olacak olmasıydı. Sayılamaz
kez gidip geldiğim, görünümlerini olağanüstü bir çeşitlilikte bildiğim bu yol
güzergâhının karanlık hali için içimde yeni bir arzu uyanmıştı. Yol çizgileri
üzerinden içime doğru akan görüntülerin, otobüsün teklifsiz içlerine daldığı,
farların saygısızca işaret ettiği, yine de saklanmayı son anda becerebilen,
bunun için gecenin kendilerini yutmasına göz yuman, geceye sığınan görünümlerin
bütünlüğünü zihnimde kurmam gerekeceğinden, birçok yolculuğumun hayalini alıp
karanlığın benim için bıraktığı boşluklara yerleştirebilecektim. Herhalde
babamla kıyasıya kavgalarımdan sonra evden çekip gittiğim ya da inandığım
herhangi bir şeyin tüm bir yaşamın mutlak şartı haline gelebildiği yirmili
yaşlarımı özlemiştim.
Diğer taraftan otobüs
yolculuklarımın geneli için önde oturma arzumu tetikleyen başka bir şey daha,
merak duygumun başlattığı bir çeşit oyun var: yolcuları otobüse biniyorken karşılamak.
Bu karşılama hem tehlikeli hem de belalı bir iştir. Önde oturduğumda merak
duygumla ruhumun derinlerindeki bir ben ayağa dikilir, istesem de istemesem de,
otobüse her binenin bakışının ahvaline, bu ahvalin yönettiği her çeşitten
mimiğe, elin-kolun havanın içinde salınışına, tutunuşuna, adımların
heyecanlarına dikkat kesilir. Bütün bu bakışlar, mimikler, uzuvların
hareketleri, bedenlerin bükülüşleri, diyelim ki bir kentin en büyük
caddesinden, bir başka kentinkine farklı, daracık bir ara yolda farklı, burada,
otogarda farklıdır ama otobüse biniyorlarken yolcularda bambaşkadır. Kendi
varlığınızın anlamı da farklıdır. Yabancısı olduğunuz büyük caddede ya da
olmadığınız, fark etmez, esameniz okunmaz ama yabancısı olduğunuz dar sokakta,
bir anlığına kapı önü muhabbetinin konusu, hiç değilse mutlaka birkaç bakışın
üzerinde bir zaman oyalanacağı bir yenilik olursunuz. Otobüste ise sanki ne
olacağınıza karar verme olanağınız vardır. Başkalarının gözünde belki sınırlı
ama seçilebilen bir anlam oluşturabilir, üstelik buna bir ölçüde müdahale
edebilirsiniz. Hiçbir bulunuşum içimdeki sıra dışı beni ayağa dikmezken,
yolcularını otobüste karşılayacağım bir rastlantı gerçekleşmişse oyun çaresiz
başlar. Bir taraftan yolcuların ahvalini en ufak ayrıntısına kadar keşfetme
hırsım gözlerimi kırpmama bile engel olurken, diğer taraftan bu ahvale
bulaşmayı ya da onu çatlatmayı aynı hırsla isterim. İşte bu bulaşmalar için ben
bu yolculuklara has çeşitli suratlar takınırım. Kimileyin “Kaşar dilimlerinden
küçük ısırıklar alıp, kocaman kırmızı şarap yudumlarını yuvarlayacağımız neşeli
bir toplanmadır bu yolculuğumuz ve söz, ben gevezelik edip, kafanızı
şişirmeyeceğim. Herkes gönlünce vakit geçirecek.” der suratım. Hepsine değil
ama bazılarına geçer bu neşe, onu belli belirsiz bir kıyıda tutarlar ve bu
yüzden, en azından o yolculukta sıkılmak yerine hayal kurmanın ya da kaygısızca
düşünmenin keyfine dalacaklarmış gibi gelir bana. Bazen, araya aşılması
imkânsız mesafeler koyan ve bir mendeburunki kadar çirkin bir surat takınıp da öyle
otururum ön koltuğa, o zaman yolcuların bazıları yanımdan bir huzursuzluk
edinip öyle geçer yerine. Kimileri sonsuz bir umursamazlıkla, kimileri de
gündelik telaşlarıyla farkıma bile varmazlar. Ama bir ruh halini, Rilke’nin tek
bir maskeyle ömür geçirenleri kadar sıkıca sarmalanmış, hiç ama hiçbir durumda
o ruh halinden kopmayan birileri de olur. O zaman tersine işler her şey; kendi
tuzağıma düşmüş olurum. Üç numaralı koltuğun boş olması bütün bunları bana
düşündürmedi. Ben bütün bunları, karşımda duran tanıdık bir nesnenin ona yönelen
bakışa, bilindikliğiyle bütün bir dünyayı o andaki sınırlarıyla anlatması gibi,
bir anda gördüm. Bilet satın almanın kendisini, çalışanın şu koltuk boş
demesini bütün bunlara dönüştüren tekrarlar, alışkanlıklarım var.
II.
Bu alışkanlığın
sayesinde üç numaralı koltuğun boş olduğunu çalışan bana söylediğinde
gözlerimin içinden mutlu bir bulut geçti. Çalışan bulutu gördü, şaşırdı. Şaşkınlığını
görence toparlandım, bulutu sakladım. O zaman bir aldanışın onu yokladığı
zannıyla önüne baktı, bileti kesebilmek için adımı sordu. Biletimi elime alınca
hiç oyalanmadım ve koltuğuma, evimin anlamını
daha yeni bulmuş bir köşesine yerleşir gibi yerleştim. Yanımdaki koltuğa benden
az büyük sayılabilecek bir kadın oturmuştu. Ben koltuğuma sığmaya, öte-berime
bir düzen vermeye çalışırken varlığım umru olmadı. Kapılarını herkese
kapatmıştı. Açılmayacak kapıları çalmanın hiçbir anlamı olmaz; sesimi
çıkarmadım. Koltuğuma yerleşince bu yeni konumumdan dünyanın köşe-bucağının
nasıl göründüğüne bir kedinin edasıyla baktım. Bu bakışla oturduğum koltuğu
taşıyan dünyanın kendisi de koltuğum üzerinden bir devamlılık, varlığına bir
gerekçe, itiraz edilmezlik kazandı. Durdum. Karşılayacağım yolculara bulutun
yalnızca gölgesini göstermeye karar verdim; kendisini gösterip onları şaşırtmak
istemiyordum. Yanımda oturan kadının tersine, bir açıklık haline getirdim
kendimi, yolcuları karşılamaya koyuldum.
Yaşlı kadını kızı
getirdi. Yaşlı kadına yönelen bakışlarındaki sevgiden onun kızı olduğunu
düşündüm. Özeninin ve kaygılarının cisimleştiği jestlerinden bu kızın da bir
anne olduğu seziliyordu. Yaşlı kadının otobüsün merdivenlerine tırmanan ağır
bedenine kendi bedeninin hareketlerini ekleyerek annesinin gücünü artırmaya,
iyi bir evlat olmaya çalışıyordu. Başarıyordu, yaşlı kadının, dünyanın
kendisini sarıp sarmalamasının şeklinden hoşnut olduğu her halinden
anlaşılıyordu. Bin bir zahmetle tırmandırdı bedenini merdivenlerden. Diğer
sırada bir arkaya, cam kenarına yerleştirdi kızı onu. Kol çantasını kucağına
aldı. Poşetlerini ayaklarının yanına koydu. Kızına gitmesi için ısrar etti ama kızı
hemen gitmedi, durmadan ihtiyaçlarını sordu, varınca telefon etmesini söyledi, bazı
selamları emanet etti. Babası için bir şey demedi, kim bilir, babası ölmüştü
belki. Bütün bunlar kısaca iyiydi. Bu seremoni iyinin beklentisini
karşıladığından, istendik bir şeyi bulmanın huzurunu herkese yayıyordu. İyilik,
iyi ruhlardan dünyaya taşıyordu.
İyi ruhlardan
bahsetmişken, karıştırmamanız için güzel ruhlardan da bahsetmeliyim. Güzel
ruhlar dünyayı bir saflık halinde deneyimlediklerinden onları iyi-kötü ile yargılayamayız.
Onların herhangi bir şey yapmaları bir saflık halinin belirişi, doğanın
dolaysız bir ifadesidir. Dünyayı deneyimlemelerine tanık olma fırsatı
bulduğumuzda şaşırabiliriz en fazla. Herhangi bir şey için bir saflık halinde
ölebilirler; bir yaprağın ya da bir dalganın ölümü gibi. İyi bir şey için ya da
herhangi bir başka şey için aracı değildir ölümleri, sadece ölmenin sırası
gelmiştir. İyi ve kötü ruhlarda aracılar vardır. İyi ruhlarda aracıları
toplumun ortak kabulleri ve ihtiyaçları verir, kötü ruhlarda karanlık bir
bencillik. İyi ruhlar şaşırtmazlar, heyecanlandırmazlar ama çabucak
unutulabileceklerinden rahatsız da etmezler. Yaşlı kadın, annemden daha yaşlı
olduğunu söyleyebilirim, iyi bir ruhtu. İlk bakışta anlaşılıyordu iyi bir ruh
olduğu, rahatsız etmiyordu. Bütün bu iyilik keskinliklerimizi azaltmış,
ruhumuza bir sönüklük, bir durgunluk, rehavet eklemişti. Kadın bu sönüklüğün içinde
yakaladı beni.
Kadının, otobüsün
önünde ne zaman belirdiğini fark etmemiştim. Onu geçirmeye gelen herhalde
sevgilisiydi. Bakışım onlara takıldığında bir tedirginlik duymuşsam da bunu önemsemedim,
onlarla oyalanmadım. Belki muavinin hareketliliği ilgimi üzerine çekti. Motoru
ısınsın diye otobüsü çalıştırdı, valizini bagaja emanet etmek için bekleyen
yaşlı adamın yanına koşturdu. Yollarda geçirdiği zamandan devşirdiği bilgeliğinden
emin, yaşlı adamın yaşından gelmiş olduğunu varsaydığı bilgelikle bu bilgeliği
eşleyip, senli benli sayılabilecek, asla saygısızca değil, sıcak birkaç laf
geveledi bir taraftan ağzında. Yaşlı adam varsayılan bilgeliğini gerçekledi, bu
samimiyeti sorun etmedi, aynı sıcaklıkla cevap verdi. O esnada kadını yanımda
dikiliyorken buldum. Daha kendi koltuğunun hizasına gitmeden, o iki adımlık
denebilecek mesafede, yani hemen yanımda
dikilerek şöyle bir durup yaşlı kadına baktı. Bu bakıştan hiç hoşlanmadım. Lütfetmek
üzere seçen bir bakış ve kullandığı eleğin adı: lâyıklık. Kendime tapındığım
tapınağımdan çıkıp aranıza katılmam yetmezmiş gibi, üstüne de bir bunağa katlanmak
varmış bu katılma mecburiyetinin içinde, der gibiydi. Yaşlı kadın dünyanın hareketliliğinden
kendi payına düşeni yapmış olmanın rahatlığıyla oturuyordu yerinde, pencereden
dışarıyı, dünyayı seyrediyordu. Kadın, kendisini fark etmeyen yaşlı kadına
haddini bildirmek üzere memnuniyetsizlikle iki adım attı, kilon kendi
koltuğundan taşıyor, çantaların da sana ait olan yerden taşıyor, der gibi
paltosunu çıkardı ve koltuğa, yapacak bir şey yok, der gibi ilişti. Yaşlı kadın
tedirgin oldu biraz, ama bütün bu edaya aldırmamayı en azından yıllarla
öğrenmiş gibiydi. Yanına oturan kadına şöyle bir baktı, aldırışsızlığını
sürdürmeye karar verdi, dışarıdaki hareketliliği seyretmeye devam etti. Ama ben,
lâyıklık eleğinin bu açık kullanımının tetiklediği ilk hareketle oluşmakta olan
girdaba hızını aldığı bu anda yakalanmış oldum. Zamanı kendi mutlak
gerçekliğine, sınır durumuna getirdi girdap, her şey o andan ibaret oldu. Tüm
duyumlarımı ve ilgimi üzerinde alıkoydu, zihnim yalnız ona yönelen
duyumsamalarımın içerisine hapsoldu. Bu hapsoluştan kanat açan ilk kelime gevşekti.
Gevşek, fakat öyle
bir gevşeklik ki, gevrek bir gevşeklik ve bir baş dönmesi kadar tatsız, insanda
tiksinti uyandırıyor. Kadının, etrafına saygısız bir aldırmazlıkla saldıran,
küçümseyen bakışı, alabildiğine dönüp, bir bumerang gibi, kendi varoluşunu
küçülten bir efekt yaratıyor, bu efektle belirginleştiğinden daha da
tiksindiren bir gevşeklikle oturuyordu. Bütün bu edasıyla otobüse bindiği andan
itibaren boğuculaştırıcı bir değişim, soluduğumuz havada bir değişim tırmandıkça
tırmandı. Tiksintiden kurtulmanın tek çaresi soluk almamamdı. İmkânsız,
mantıksız, birçoklarına gülünç gelecek olduğu için asla ifade etmediğim her
zamanki düşüncem kıvrıldı yüreğimden beynime doğru: o bir soluk alan ve ben de
bir soluk alansam yani ikimiz de aynı eylemin içindeysek, onunla aynı şeyi
yapmıyor olmak için artık benim soluk almamam gerekirdi. Eğer ki o, bir nedenle
ölmeyecekse, yani onu öldüremediğime göre. Bunu yapıp yapamayacağımı düşündüm ve
eğer ki herhangi bir nedenle ölmüş olsaydı, bunu öğrenme şansını yakalasaydım,
duyacağım sevinci düşündüm. Bu sevinci düşündüğümde, sevincin coşkusu beni
yokladı. Sonra da bu sevinci duyabilme olanağım, ruhumun bu olanağı beni
korkuttu. Duyduğum korku coşkuma eş şiddette bir öfkeye dönüştü, oradan
tiksinmemle başlayan zincire eklendi, zincirin ucu geldi iğrenmeme bağlandı. Lâyıklık
eleğinin çarpıtmasıyla yanlış anlamlandırdığı bakışlarımı, bir bakışın ona yönelmesini
varoluşundaki üstünlüğün onaylanması sanıyordu, üzerinde hissettiği için
gevrekliğini daha da genişletti ve gevşekliğinin en ücra köşelerine, bir kralın
oturduğu tahtın nesnesini ya da dokunduğu her şeyi kendisiyle bütünleştiren duygusu
gibi, büyük bir açlıkla nüfuz etti. Bunu başarınca varlığının soluduğumuz
havadaki boğan, zehirleyen buğusunun kesifliği arttı, soluksuz kaldık.
İhtiyacımız olan, muhtaç olduğumuz o derin nefes için bakışım yol göstersin
diye başımı çevirdim.
Aslında belki ben de
yaşlı kadın gibi, otobüse bindiği ilk andan itibaren edasından taşan bu buğuyla
başa çıkabilirdim. Öyle yapmaya çalışıyordum, ama rahat durmadı. Derin bir
sabrın içine kendini gömer gibi gömüldüğü küçümseyiciliğiyle yaşlı kadına
tahammül edemedi, hemen bir öndeki koltuğa geçti. Yani benim hemen yan
tarafımdaki koltuğa. Bu bana doğru hareketi, tahammülsüzlüğünden sonsuzca
beslenen edasındaki o kötücül buğuyu, ateşten çıkan dumanın yoluna durmuşum gibi
ruhuma sardı. Beni çaresiz bıraktı. O yarattığı bu etkiyi algılıyor ama bambaşka
bir anlama yoruyor olduğundan, algılamasıyla daha da mutlu olup, edasını
pekiştirecek şekilde bedenini dalgalandırmaya başladı. Ellerini, kollarını,
başını, bacaklarını bulduğu her bahaneyle dalgalandırdı. Çantasından bir paket
çıkardı, açtığı paketin içinde börek vardı, böreği saran kâğıdı yırtıp soluduğumuz
havayı yağlı yaparak katlanılmazlığını artıran böreğin ucundan ısırdı. Durdu,
derin bir nefes aldı, ama o nefesi tutmadı, hatta iki katına çıkaracak kadar
çoğalttı, dışarıya öyle verdi. Dalgalanması uzasın diye böreğini ölümcül bir
yavaşlıkla yerken, gençliğinin hafifliğini ayak seslerinden tanıyabileceğimiz bir
delikanlı, bu hafifliğin bedenini kaldırmasıyla, yoksa otobüsün basamaklarını tırmandığından
değil, ikimizin arasında durdu, ona doğru döndü ve belli belirsiz bir bakış
yöneltti. O kendisine yönelen bakışı gördü, bakışın anlamını bildi ama istifini
bozmadı. Genç adam şöyle bir durakladı, hem henüz buğunun cahiliydi hem de
gençliğinin ilgilerini besleyecek şeylerin dışına kapalıydı. Bir de ürkekti. İlk
defa gittiğimiz yerlerde duyduğumuz ürkekliğe benzeyen bir ürkekliği,
bazılarımız hayata karşı duyar. O ürkeklikle sesini çıkarmadı, elinde tutuğu
bilete baktı, döndü otobüsten indi. Kadınsa hayata eklediği, hepimizin
belleğine eklediği, her türlü eşyanın, her insanın ve benim belleğimize
kazıdığı iğrençliğini bir marifet bayrağı gibi taktı burnunun ucuna, başka
birinde olsa gülümseme diyeceğimiz bir dudak hareketini de ekledi yanına ve
yağlılığı her yere bulaşan, asla çıkmayacak kadar bulaşan böreğini yemeye devam
etti.
Genç adam bileti
elinde vezneye koşturmuş, yapılmış olabilecek hatayı düzeltmesi için bileti
aldığı çalışana durumu anlatıyordu. Muhtemelen, bana yanlış bir numara
verdiniz, orada biri oturuyor, diyordu. Ben, doğanın değil ama neyin hatası
olduğunu bilmediğim buğunun bulandırdığı bakışlarımdaki bulanıklık geçer mi
umuduyla genç adama bakıyordum. Çabucak geri gelsin ve varlığıyla her şeyi
düzeltsin. Genç adam herhalde bu yalvaran seslenişi duymadığından ya da belki
her zamanki ürkekliği çalışanın da karşısına dikildiğinden ve çalışan öncelikle
bu ürkekliği görüp, bu ürkekliğin kazandırdığı keyfi davranma hakkını gönlünce
kullandığından, geri gelmesi uzun sürdü. Bu ürkekliğe öfkelendim bu sefer de.
Bu ürkeklik yüzünden oluyordu belki de her şey. Sonra tanıdım onu, bende de
vardı ondan.
Beni, yaşamı yeniden
anlamlandırdığım ve acıya boğulduğum, uzun bir zaman dilimine hapsettikten
sonra genç adam geri geldi. Bu defasında da sesini çıkarmadı, yalnızca elinde
tuttuğu bileti kadına doğru uzattı. Kadın zaten bildiği şey için bilete bakma
zahmetine katlanmadı. O, artık pek diyebileceğimiz, neredeyse bütün varoluşun
kalıbı haline, kırılmaz kalıbı haline getirdiği buğusundan son derece emin
oldu, bu emin oluşla tekrar gülümsedi. Üstelik zaferinin tanıklığına daha
güvenilir olarak beni bulduğundan döndü bu gülümseme esnasında bana baktı. Yani
aslında bana sırıttı, ben bu sırıtmayı yenilgimin tescili olarak kabul ettim.
Kalktı, yaşlı kadının yanındaki yerine tekrar geçti. Tiksinmemle aynı şiddete
sahip bir duyguyla acıdım hem yaşlı kadına hem kendime. Ruhum her türlü
duyumsamaya karşı katılaşıp kendi üstüne kapanmakta buldu çareyi, kim bilir ne
kadar bir zaman için.
Böylesi zamanlarda,
tüm bunlarla artık baş edilemeyeceğini, o fırsatı kaçırdığımızı duyumsadığım o
kısacık zamanlarda ölmek isterim. Ölmek istedim. Gecenin yolculuğuma eklemesini
arzuladıklarımın hayali, bir yaşama halinin kısacık, basit planının
gerçekleşmesi mümkün değildi. Bu dünya arzuyu imkânsız kılıyor. Bu dünya
arzunun gerçekleşmesini imkânsız kıldığından, bir zaman sonra arzu edemez hale
getiriyor herkesi. Ölemiyoruz da, böylece çoraklaşıyoruz gitgide.