Sonra saçları deniz kokan çocuklar vardı, elleri midye
kesiği hiç kapanmayan. Güldükçe hayatı bembeyaz dişlerine yansıtan, denize
bulaşmış bir kere eli eteği. Şair diyor ya, okumak yok yazmak yok bilmeyiz eski
yeni… Bir bildikleri denizin dibi ve mavi. Sahi kaç metredir Gülcemal vapuru,
martılar hareketlendi mi hava lodosa döner mi, yağmurdan önce çıldırır mı her
balık? Ya da balık sepete girdiğinde nasıl da delirir canına yandığımın
ıstakozları…
Bir tanesini hiç unutmuyorum, Mustafa’ydı adı. Nedense
Mustafa bende hep toprak kokusunun buğulandığı bir isim olmuştur ya o
başkasıydı. Sık sarı saçlarının dibine su değdiği görülmemiştir, tabi tuz da…
Karabataklar gibi suya dalar çıkar, damlalar sarı saçlarının üstünden tavuk
tüyünden kayar gibi akardı. Ondan iyi ağ ören, toplayan varsa kayaya, ha bir de
eski tanker batığına, takılan ağı ondan iyi açan yoktu Sarıca’da. Tek nefesle
batığa dalar, arkadaşları yarıdayken o, dibi bulup dönerdi bile. Babası bir gün
muhtarın kahvesinde, biz okusun dedik Allah yanlış anladı çocuğu suya soktu,
diye dertlenmiş ama Mustafa isminin yüzündeki gurur çizgilerini harekete
geçiren kıvrımlarını da göstermeden edememişti.
Saçları deniz, saçları tuz kokardı Mustafa’nı bir de sarı…
Av yasağının kalkmasına yakın çardağın altındaki ağları kıyıdaki betonun önüne
serer, günler boyunca yeni sezonun deniz hayalleriyle örerdi ağlarını.
Arifoğlu’nun otuzluk teknesi kız gibi salınırdı Mustafa’nın karşısında, o ‘ Deniz’ini hep Arifoğlu’nun ilerisine
bağlardı; kızdırırdı onu bu birbirine benzemezlik.
Hem otuzluk tekne ne demek, suları yara yara bir yanaşması var ki iskeleye bir bilenler hayran
hayran bakıyor o ihtişama bir de bilmeyenler. Dizel motorunun çıkardığı o
ritmik sesler bazı bazı mustafa2nın da en tatlı rüyasında kulaklarında. Hem
adamların ağ çekmek için vinçleri bile var, öyle kol gücü kas gücü de
gerekmiyor. Bağla aküye vincin kablosunu, bir küçük kolun ucunda kasalarca
balık. Bizim gibi ha babam kürek çek, ağa asıl, varsın bir seferde kasası
elliden 100, bilemedin 200 çeksin tekneye, ne etti taş çatlasa 10 bin. Bunun
yarısı ırgata, yarısının yarısı mazota, bir yarısını da güvenliğe. Kaldı mı
elinde 1000 lira para! Ulan Arifoğlu sen de adam mısın, 30’luk teknen var
seferinde eline geçen para 1000 lira. Rüzgarı iyi alayım, hele bir de balığın
gözünü bulayım 500’e, 1000’e para mı der, bizim şu taka… Yakıtı yok, masrafı
yok hele hele… İş bir rüzgarı arkadan almakta, sen daha iskelede manevra
yaptırırken kaptanına Arifoğlu, bak ben nerelere kaldırıyorum kasayı, vuruyorum
tezgahına balık halinin. Varsın yanına bağlamayayım, varsın farkı fark etmeyeyim
ne çıkar? Mazotu, ırgatı yok ya bi Arfioğlu’nu geçmekle olmuyor ki be! Şöyle afilisinden
takımları çekip gazinoda birinci sınıf ön masaya oturamadıktan sonra, sahneye
iki tepsi gül yollayamadıktan sonra. Olur be o da olur…
Ayak parmağına taktığı ağı bir o yana bir bu yana çekiştiren
kedi de yoruldu Mustafa’nın
düşüncelerinden. Gitmiş çardağın altında yalanmakta. Kahveye mi bi
uğrasam, üç beş de kasa lazım yarına. Hava da bir iyi serinleşti ki sorma.
Yaman esecek rüzgar besbelli. Şimdi yelkeni dolduracaksın bu rüzgarla doğru
Mestanlı’ya . daha soğuğu ister ya acelecisinden iki palamut, devir iki taşı,
çak tavaya ateşi, yanına da bi yetmişlik kırmızı… İki kıyım da şu kedinin hakkı
değil mi ya…
Mustafa çay vereyim, daha sabah demledim, ağzında mısır
tanesi dişleriyle pişkin pişkin sırıtan kahveci muhtar. Kalsın, yarın sabah
yenisini içerim. Halatı çözdü, tek kürekle iki asılmada ortaya aldı sandalı,
mendirekten usul usul kayarak çıktı açığa. Bu mevsimde böyle serinlikte rüzgar
da çıkmazdı ya hadi hayırlısı! Ortada tek direğe sarılı tek parça yelken plop
diye patladı. Kan kokusu almış atlar gibi sandal bir atıldı öne. Yavaş yavaş
hızını buldu sonra. Mustafa arkadaki dümenin yanına yan serildi. Bir eli dümen
sopasında öbür eli dik duran dizinde. Parmaklarını ısıtan sıcaklığı
cigarasının. İki çekişte biter bu
havada cigaranın kötüsü. İyiyse bu rüzgarda mundar edilmez. Rüzgar dalga da
yapmıştı, sandal; karbüratörüne pislik kaçmış motorlar gibi bir atılıyor bir
sendeliyor kararsızlığın yerini kah kah sıçramalar kah süzülmeler alıyordu. Mustafa
şimdi misinayı ucundaki sardalyeyle bırakır yirmi otuz metre derine. Kancalar
büyük. Ufak balık yanaşmaz şimdi buna. İlk ipi atar atmaz bir gerginlik
hisseder başparmağıyla işaret parmağı arasında. Bekler, asılmaz hemen. Nasıl
olsa sonu tava sonu ızgara. İyice gerginleşir, ıslanmış misina inceden bir
Balkan türküsü tutturur rüzgârda. Hay babana rahmet, çeker Mustafa, dümeni
kilitleyip asılır yekten. Balıktır bu, irisinden palamut, hırçındır ya anlar o
da çıkacağı sandalı, salar kendini son metrelerde. Ha şöyle kuzum, ha yavaştan
yavaştan. Alır sandala balık irisini Mustafa. Çıkaramaz daha, öbür misina
asılır ayak parmağına, teker teker gelin ulan! Bu seferki arkası sağlam
cinsinden. Direnir, iner dibe çıkar ya oltanın bir ucu palamut öbür ucu
Mustafa, kim kimi çeker karışır sonra. İkisi de boğmakta direnir bir ötekini.
Bir rüya görmüştüm eskiden, çok eskiden; balık tuttuğum
günlerdi. Denizden, ucu boş kancalar çıkmış mahallelere, sokaklara, ev önlerine
saçılmıştı. Merak eden olur ya tutarsa bir ucundan kancayı hemen tutulur,
sürüklene sürüklene denize gömülürdü. Balığı karaya çekmekteki amaç boğmaksa
orada da balıklar attıkları oltalarla denize çekerek boğuyordu çocukları,
yaşlıları, sokakta gezen başı boş
hayvanları. Arada bir gençten biri merak eder de tutarsa kancayı deniz
onu çekemezdi, direnirlerdi, bazı bazı misina kopardı tam denize gömülmek
üzereyken.
Saçları balık kokan çocuklar vardı sonra, elleri balık
artığı pul pul dökülen. Yaşamak gailesiyle kalbi atan, kıblesi hep denize
çevirili. Önü deniz ardı deniz… Bir sandal almak hevesli, bir babayı kahveye
gönderme sevinçli. Mustafa’yı tanırdım ben eli yüzü tuz, elleri midye bir de
misina kesiği. O bilirdi hangi midyeye gelir balıklar, hangi mevsim boş atsan
da olur oltayı, o denli balık bolluğu. Sonra sonra duydum Sarıcalı bir dosttan.
Mustafa borçla yirmilik bir tekneye girmiş, işleri iyiymiş ama en garibi,
nereye giderse gitsin ‘ umut’ una bağlarmış eski ‘Deniz’ini…
Salvador Dali