O sabah
uyandığımda, bir gece önce uyumama engel olan baş ağrısı hala yerinde
duruyordu. gözlerimi açmak güç olmadıysa da, başımı yastıktan kaldırmak için
bedenimi zorlamam gerekti. Uyumak istiyorum, diye geçirdim içimden, biraz daha
uyumak istiyorum. Bedenimin bu ısrarlı isteği, günün yoğun programını anımsayan
zihnim tarafından sert bir tavırla reddedildi. Kendimi güçlükle duşun altına
attığımda, aklımdaki tek düşünce, bir an önce günü sonlandırıp, tekrar yatağa
uzanacağım anı çabuklaştırmaktı. Sıcak suyun altında durup, gözlerimi kapadım. Bir
iki dakikalığına böyle ayakta ve ıslak uyumak olanaklı mıydı? Olanaklıymış… Kaç
dakika geçtiğini bilmiyorum, ama gözlerimi yeniden açtığımda doygun bir uykudan
uyanmış gibiydim ve hatta daha da ileri giderek küçük bir rüya görmüş olduğuma
yemin edebilirdim.
Rüyamda, güneşli bir güne neşe ve heyecanla
uyanan; o akşam yapılacak “jumbo güzeli” yarışmasının finalistlerinden
Tayvan’lı bir kadındım. Yatakta mutlulukla gülümseyip gerinen, yüz elli kiloluk
bir kadın. Üzerimde pembe çiçekli ve kaç metre kumaş harcanarak dikildiğinin
hesabını yapamadığım saten bir gecelik vardı ve tombul yanaklarım geceliğin
rengiyle yarışabilecek bir renk taşımaktaydı.
Heyecanlıydım, o geceki finalin
favorilerinden biri olarak gösteriliyordum ve acilen ismim “jumbo
kraliçesi”olarak ilan edildiğinde yüzümde belirmesi gereken gülümsemeyi prova
etmem gerekiyordu. Ellerimi dolgun kalçalarımda, göbeğimde ve göğüslerimde
dolaştırıyor, yüz seksen kiloluk en yakın rakibimi düşünüyordum. İçimde hafif
bir endişe belirdiyse de, kahvaltının hazır olduğunu ilan eden sesi
işittiğimde, o huzursuz duygu yerini tekrar tatlı bir kıpırtıya bırakmıştı. Birinciliğimin
ilanı sonrası kullanacağım adım atma stilini prova ederek, banyoya girip, yüzüme
sıcak su çarparken kendi kendime “Günaydın jumbo kraliçesi” diye fısıldıyordum.
Soğuk suyun yüzümdeki sarsıcı etkisiyle gözlerimi açtım…
Duşun altında
uyuyup, rüya gördüğüm iddiasını kimseye söylememeye karar verdim. Tuhaftır ki duştan çıktığımda kendimi
öncekine oranla dinlenmiş hissediyordum ve baş ağrım sona ermişti. Jumbo
Kraliçesi! Yüz elli kilo! Bilinçaltımın hangi hain oyunun peşinde olduğunun
sorusu aklımın bir köşesinde kahvaltıyı düşünmeye başladım.
Gün, diğer
günlerin benzeriydi. Aynı koşturma, aynı hız ve akşam olduğunda hissedilen aynı
yorgunluk. İş çıkışı, kent merkezinden eve doğru yürürken mağaza vitrinlerinden
yansıyan elli altı kiloluk görüntüme göz ucuyla bakıyor, rüyamdaki o kilolu
kadının çok daha güzel göründüğüne itirafa zorluyordum kendimi. Pembe
yanakları, ışıl ışıl gülümseyişini anımsadıkça cılız bir kıskançlık duygusunun
içimde belirmeye başladığını gözlemliyordum. bu çok tuhaf işte, diyordum
kendime, bu gerçekten çok tuhaf.
Otuz yaş sınırına
yaklaştığım andan itibaren, yediğine içtiğine dikkat eden, haftada bir-iki
saatini egzersize ayıran, fazla birkaç gramın ağır depresyonlarını yaşayan bir
kadın olarak kıskançlığın ve kıskanılanın anlamsızlığına şaşmadan edemiyordum. Markette,
düşük kalorili ve kepekli ekmeklerin olduğu bölüme doğru ilerlerken yanıt
belirginleşti zihnimde. kıskanıp, imrendiğim gerçekte o tombul bedenden
yayılan, pembe dudaklarda belirginleşen ve saten gecelikte son vurguyu yapan, o
kendiliğinden mutluluk ve kendinden memnuniyet haliydi. Alışveriş sepetine
doldurduğum malzemelere baktım. Yağsız peynir, diyet süt, düşük kalorili
yoğurt, beyaz et, yeşil salata. Kraliçe bunları yer miydi? Dudaklarımı ısırdım
ve sonsuz açlığımı düşünerek kasaya doğru ilerledim.
Eve ulaştığımda, hemen
bir ayna bulmalıyım, diyerek banyoya koşturdum. Aynadaki aksime dikkatlice
baktım. Elimden gelse, suratımı evirip çevirip görebildiğim tüm açılardan
görmek istiyordum kendimi. Yanaklarımı şişirdim, neredeyse nefessiz kalacak
kadar… Sonra güldüm kendime, mantık imdada yetişmişti. Basit bir rüyanın sana
yaptıklarına bak, dedim azarlayan bir sesle. Aptallaşma…Sen ne kraliçesin, ne
yüz elli kilosun ne de Tayvan vatandaşısın. Akıllı ol…
Sakinleşmiş ve nihayet
mantığının sesini dinlemeye ikna olmuş bir halde akşam yemeği hazırlamaya
koyuldum. Az yağlı yeşil salata, yoğurt ve ızgara hindi etinden oluşan yemeğimi
tepsiye yerleştirip, televizyonun karşısındaki koltuğuma yerleştim. Kendinle bu
kadar uğraşmak yeter, bak bakalım dünyada neler olup bitiyor, söylevinin
arasında bir haber programı bulmak için uzaktan kumandanın tuşlarına basmaya
başladım. Yarı haber, yarı magazin içerikli bir programda karar kılıp bir
yandan da yemeğimden atıştırırken, bir yandan da programı izlemeye başladım. Türkücüyle
dansözün med cezirli ilişkilerine dair haberlerin ardından, spikerin ağzından
dökülen haberi duyduğumda yoğurt kâsesine doğru uzanmıştım.
“sayın seyirciler, şimdi
sizi bir güzellik yarışmasına götürmek istiyoruz. ancak bu, bildiğimiz güzellik
yarışmalarından farklı bir nitelik taşıyor. Çünkü bu yarışmada yer alan
finalistlerin en hafifi yüz yirmi kilo ağırlığında.. Sayın seyircilerimiz
Tayvan’da geçtiğimiz gece gerçekleştirilen “jumbo kraliçesi” yarışmasında
birbirinden kilolu hanımlar yarıştılar. Nesilleri tükenmekte olan fillere
kamuoyunun dikkatini çekmeyi amaçlayan yarışmayı, yüz elli kilo ağırlığındaki
Marie Dawson kazanırken, ikinciliği yüz seksen kilo ağırlığındaki Sahamo Artdo
aldı. Yarışmanın birincisi olan şişman bayan, önümüzdeki bir yıl boyunca nesli
tükenmekte olan fillerin korunmasıyla ilgili aktivitelerde yer alacak…”
Ekrandaydı, salına
salına yürüyor, yüzündeki gülümseyiş giderek genişliyordu. Pembe sabahlığı
yoksa da, yanaklarındaki pembelik hala yerindeydi ve kırmızı elbisesinin içinde
gerçekten çok güzel görünüyordu. Ben, elimde yoğurtlu kaşık, ağzım bir karış
açık bakakalmıştım ekrana ve kalbim duracak gibi çarpıyordu. ekrandaki
genişleyen gülümseyişlere ne zaman eşlik etmeye başladım bilmiyorum, yoğurtlu
kaşığı tutan elim havada, ben de gülümsemeye başlamıştım. Şişman kadının mutlu
yüzü ekrandan silinmeden hemen önce yoğurdumu şerefine havaya kaldırıp ağzımı
kocaman açtım. ”Sen bunu çoktan hak etmiştin tombul dostum” diye fısıldadım
yoğurdumu yutmadan hemen önce. ” Sen bunu gerçekten hak etmiştin.”
Lila- Gam