Dokunsalar
ağlayacak gibiydi, yüzüne bakmış olsaydınız kolayca görebilirdiniz bunu. Ama
bakmadınız, başınızla belli belirsiz bir selam verip, yanından geçip gittiniz.
Arkanızdan mahzun baktı, haberiniz olmadı. Oturduğu sandalyeden kalkıp gitmesi
gerektiğini düşünüyordu, biraz yürürsem açılırım, diyordu belki de kendi
kendine. Kalkmadı ve çay istedi. Bir bardak demli çay, iki şekerli köpüklü
kahvenin yerini tutabilir mi, a şaşkın çocuk? Çayı getiren garsona teşekkür
etmedi, şekerleri atıp ağır ağır karıştırırken gittiğiniz yöne bakıyordu.
(düştüğümde
asla ağlamam)
O güneşli
yaz bitimi öğle sonrasında, karşısındaki masada oturmuş onu izliyordum. Bu
kahveye gelen hemen herkesi tanırım, en azından göz aşinalığı vardır. İlk
bakışta kırgınlığı ve mahzunluğu kolayca fark edilebilen bu çocuğu da
tanıyordum elbette. Sizi? Sizi kim tanımaz? Ama bırakalım sizi şimdi bir yana,
nasılsa başınızla gönülsüz bir selam verip gittiniz. Bu çocuk, diyordum, onu
defalarca burada gülerken, konuşurken ya da arkadaşlarıyla şakalaşırken
görmüştüm. Belirgin bir farklılığı yoktu, buraya gelip giden diğer insanlardan;
ondandır ki diğerleriyle ilgilendiğim ve ilgilenmediğim kadar ilgiliydim
onunla. İnsanları sezdirmeden izlemeyi, hayatları hakkında küçük tahminlerde
bulunmayı sevdiğimi bilirsiniz. Kendi halinde küçük bir eğlence, demiştiniz bir
keresinde buna. Hakkında tahminlerde bulunduğum kişileri yakından tanıma
olanağı bulabilirsem tahminlerimin isabetini ölçme hevesi taşıdığımı da
bilirsiniz, bir de isabet konusunda ne denli yeteneksiz olduğumu da. Bu çocuk
üzerine hiç düşünmemiştim. Sıra mı gelmedi yoksa onu yeterince renkli mi
bulmadım, emin olamıyorum. O gün çocuğu önemli kılanın ne olduğundan hala emin
değilim. Orada öylece oturuyor oluşundaki elle tutulmaz ağırlıktı belki
bakışlarımın ona kilitlenmesine neden, ya da gelişi güzel selamınızın arkasında
yatan hikâyenin kokusunu almamdı daha çok.
( gerçek
bir yaranın iyileşebilirliğine inanmam)
Ne yapmış
olabilirdiniz bu çocuğa ardınızdan bu denli üzgün baktıracak? Ve ben niçin, bir
bardak demli çayın, iki şekerli köpüklü bir kahvenin yerini tutamayacağını
düşünmüştüm durup dururken? İlk anda aklıma gelen sorulardı bunlar, cevabı
kendi kendime bulmak zorunda olduğum sorularım. Eğlenceli oyunumun ilk adımları.
Siz ve o, birbiriyle ilişkisi olabilecek insanlara pek benzemiyordunuz. Ama
durun bakalım, daha yolun başındayız, neler bulabileceğimi; bulamasam da
kurgulayabileceğimi kim bilebilir ki? Bu delikanlı genç ve güzel bir kadının
arkasından öyle bakmış olsaydı, işim kolay olurdu ya da siz, yaşını başını
almış siz, bu delikanlının ardından anımsamanın ve unutmanın yılgınlığıyla
bakabilirdiniz; bunu da anlayabilir ve üzerinde durmazdım. Bakabileceğim tek
yere baktım: çocuğun gözlerine…
( yara
bakıştaki can kırığıdır, siz ışık sanırsınız)
Çocuğun gözlerine bakar bakmaz, bir yazarın ‘göz ruhun güzellik merkezidir’ saptaması düştü aklıma. Hikâyenin orada boylu boyunca serili oluşunu ilk anda göremeyişimin nedeni zihnimi bulandıran o yazarı anımsamamdı. Evinizin geniş ve tüm öğle sonraları güneş içindeki salonunu görür görmez tanıdım elbette. Mobilyalarının, satmamış kitaplarınızdan yapılmış paketlerden ibaret olduğu o salonu kim hatırlamaz? İşte elinizde iki kahve fincanı ile giriyorsunuz o salona. Çocuk kitap paketlerinden türetilmiş tabureden bakıyor elinizde kahvelerle içeri girişinize. Uzattığınız kahveyi alırken ellerinin hafifçe titrediğini görüyor, bıyık altından gülüyorsunuz. Gök mavisi gözlerinize ulaşmıyor o gülüş, gülüşlerinizi saklamayı daima iyi becerirsiniz.
( kimi
mektuplar gönderilmemeli adresine, yazılmalı ama… mutlaka.)
Titreyen
elleri yüzünden fincanı dudaklarına ulaştırmayı başaramayacağını biliyor çocuk.
Elinde fincanla öyle oturuyor pencere önüne yerleştirilmiş kitap paketinin üzerinde.
Siz paketlerden yaptığınız kanepedesiniz. Sessizlik daha ne kadar büyüyebilir
ki merakına şükrediyor dikkatini sizden koparabildiği için. O sırada mektuptan
söz açıyorsunuz. Anlatımın güçlü,
diyorsunuz. Çocuk kızarıyor. Sözü ifaden, diyorsunuz yüz ifaden gibi güzel.
Çocukta bir telaş, gözleri neredeyse nemli. Hoşnutsunuz. Fincanı yanınıza
bırakıyor ve çocuğa yaklaşıyorsunuz. Elinizi uzatıp saçlarına dokunuyorsunuz.
Başını hareket ettirerek dokunuşu okşamaya çevirmeye çalışıyor çocuk
beceriksizce. Dudaklarınız dudaklarına temas ettiğinde ise düş görmekte
olduğundan kuşkusu yok.
( teni, ruh sananın
düştüğü yüksekliği ölçmenin birimi bulunmamalı asla)
Çocuğun
gözlerinde okuduğum hikâyenin gerisini tamı tamına biliyordum. Tahmin etmek zor
değildi. Onu öperek gönderişinizin üzerinden geçen aylar boyunca, her
karşılaşmanızda başınızla verdiğiniz belli belirsiz selamın ve uzaklaşmanın
düştüğünde asla ağlamamayı öğrenecek yaralı çocuklar yaratmadaki rolünü en
başından fark edememek bana dair kusurdu. Affediniz.
( düştüğümde
asla ağlamam, gerçek bir yaranın iyileşebilirliğine inanmam. Hiç.)
Oturduğum
yerden kalkıp çocuğun yanına gittim. Boş mu, diye sordum karşısındaki
sandalyeyi işaret ederek. Buyurun, dedi belirgin bir şaşkınlıkla. Oturdum,
başımı hafifçe çay ocağına doğru çevirip içeri seslendim: bize iki kahve. İki
şekerli ve bol köpüklü olsun.
Üçrenk
Kırmızı