23 Nisan 2011 Cumartesi

DÜŞERKEN YÜZLEŞME

        Sonu görünmeyen, dipsiz bir uçurumdan aşağıya usulca atıyorum kendimi. Soluklarımın arasındaki zaman mevhumunun darlığı, tezat oluşturuyor sakinliğime.
        Kayıp giderken bir kadife parçası vücudumdan, şehvet doluyor içim. Öyle hissediyorum aniden. Titriyorum, hava çıplaklığımı yalayıp geçerken. Tacizine mi uğruyorum havanın?  Gece nefesim olup akarken içime, şölenler düzenliyor ciğerlerim gelenlere.
        Kendimi hapsettiğim karanlıkta parlayan tek şey, kibirlerini kaybetmemiş olan gözlerim. Onları çevirdiğim her yerde bir şeyler göstermeye çalışıyorlar bana. Geçen her saniye, bir önceki vuruşundan daha hızlı atıyor kalbim, özgürlüğüne ambargo koyulmuş kafesteki bir kuş misali çaresiz o da.
        Küçülüyorum. Bacaklarımı ve kollarımı toplayıp anne karnındaki bir bebekten halliceyken, hiç doğmamış olmayı diliyorum. Tanıdık bir ses bölüyor içten dileğimi, annemin sesi: ‘’ Yavrum nasılsın? Az kaldı, yakında bizimle olacaksın. ‘’ diyor. Bir sıcaklık hissediyorum, onun ellerinin sıcaklığı. Ağlıyorum. Gözyaşlarım asılı kalıyor havada; tıpkı bir zamanlar sarf ettiğim sözler gibi. Hala düşmekte olduğumu, o zaman anlıyorum.
        Korkuyorum. Setler çekiyorum gözlerime, sağır duvarlar örüyorum kulaklarıma. Bir süre sadece, her saniye bedenime sürtünüp giden havanın dokunuşlarına izin veriyorum. Bazen soğuk ve acıtan bazen ise ılık ve teselli veren dokunuşlar. Hiçbir şey düşünmezken aniden, şiddetle açıyorum kollarımı ve bacaklarımı. Göğsümü gererek meydan okuyorum bana teselli vermeye çalışan ılıklığa.
        İhanet ediyorum. Yıkıyorum setlerimi de duvarlarımı da. İhanetimin bedelini ödetmek istercesine daha sert vururken hava bedenime, iktidar sahibi hissediyorum kendimi. Kaldırıyorum başımı, yüzleşmek istiyorum ve izin veriyorum parlamasına gözlerimin. Ruhum kabullenmiyor durumu, isyan ediyor bedenine ölümüne.
Zincirler vuruyorum ruhuma.
        Annemi görüyorum önce. Onu ve onun muhteşem gülüşünü. İçten güldüğünü, içimdeki ses haykırıyor bütün gerçekliğime. Bebek sesi duyuyorum. Doğmuş olanın ben olduğumu sonradan anlıyorum.
        Başka bir tarafıma havayı döverek dönebiliyorum sadece, boşlukta dans eder gibiyim.
        Sıcak yatağını bana bırakan yaşlı bir kadın görüyorum nice sonra. Gözyaşlarımı, yukarı akıtıyorum. Çevirince başımı kardeşimi görüyorum, yeni doğmuş. Tebessüm ediyorum.
        Gözlerimi kırpıyorum. Önümde birisi yatıyor boylu boyunca. Yaşlı kadın ölmüş. Yukarıya birkaç damla daha esir veriyorum. Annem bana sarılıyor, kardeşim bana küsüyor, annem kardeşime kızıyor, ben dünyaya küsüyorum. Dönmeye devam ediyorum etrafımda.
        Babam karşımda durmuş bana sırıtıyor. Arkasındaki kapıyı açılınca fark ediyorum. Kapkara, dumandan bozma eller içeri girip esir alıyorlar bedenini, hareket etmiyor. İnsandan bozma gölgeler ruhunun derinliklerine sızıyor, ses çıkarmıyor. Kapıyı açanlar, giderken yanlarında götürdükleri o adamla kapatıyorlar açtıklarını.
Gördüklerimi teslim ediyorum karanlığa saygı ile.
       
                                                                                                                                                                                                                
Neden sonra, daha önce hazzını hiç tatmadığım bir zemin hissediyorum altımda.
Acı duymuyorum.
Hiç görmediğim bir renkte kanarken bedenim, teslim ettiklerim çıkageliyor karanlıktan. Arsızlaşıyorlar kabullenmek istemediklerim. Eski yerlerini alıyorlar kaba bir kuvvetle.
Damlalar acımasızca vuruyor tam bu sırada yüzüme.
Gülüyorum.
Gökyüzü, bana ait olanlarla, benim için ağlıyor kısa bir süre.



 Ekru


                                                                  Edvard Munch