(yaklaş, yaklaş...Az kaldı,çok az.
Ah evet, tamam. Dur orada. Seni gördüğüme
sevindim.)
Her zaman sevinci getirmezmiş seni görmüş olmak, çoğunlukla öfke doluymuşsunuz birbirinize ve kızgınlıklarınızı açık etmeme çabası yapaylaştırırmış sözcüklerinizi. İçtenliksizdi, diye anlatıyor o, size ait ne varsa içtenlikten yoksunmuş, bu yüzden sevmiyormuşsunuz kendinizi ve yüz yüze gelişlerinizi. Gülünç bir maske takarmışsın sen, rengarenk ama çok gülünç bir maske. Bir kez, ama yalnızca bir kez yalvarmış sana, o maskeyi çıkarman için; sen kulak asmamışsın yalvarmalarına, inatla gizlenmeyi sürdürmüşsün o maskenin ardında. O da gidip uzun, upuzun saçlarını kökünden kesmiş ağlayarak. Ve bir daha asla boyamamış yüzünü. Dudakları seçilmez olmuş yüzünün beyazlığından, gözlerini ise kimse görmemiş, sesi zaten çıkmazmış.
(şimdi daha net görebiliyorum seni,
içine acılarını üfleyerek şişirip orana
burana astığın pembe balonların varlığına
karşın. İstesen de gizlemezsin artık.)
Son olarak, kocaman bir sirk çadırında görmüşsünüz birbirinizi. Sarı bir çadırdı, diyor, öyle büyük ve kalabalıktı ki, o çadırdan asla çıkamayacağım düşüncesiyle ürpermiştim. İsteyerek girmemiş aslında oraya, acelesi de varmış üstelik. Meraktanmış, yalnızca bir göz atıp çıkmak niyetindeymiş ama niyet neyse kısmet de odur, sözü bir kez daha yalanlanmış işte. Palyaçoları seçmiş gözü uzaktan önce, öyle çok palyaço varmış ki, senin de aralarında olduğunun farkına varması epey zaman almış. Gövdelerine asılmış rengârenk balonlar yüzünden yalnızca kafaları görülebiliyormuş palyaçoların. Senin taktığın balonlar pembeymiş, sıcacık bir şeker pembesi. Kulak tırmalayan bir müzik yankılanıyormuş çadırın içinde
ve çok sıcakmış. Herkes merakla gösterinin başlamasını bekliyormuş, özellikle çocukların sabırsızlığı görülmeye değermiş, avaz avaz palyaçolara seslenip, onlarla oynamak istediklerini söylüyorlarmış. Aynı sabırsızlık palyaçolarda da gözleniyormuş. Yalnızca sen, bir kenarda, ellerin ceplerinde, başın hafifçe yana eğik duruyormuşsun. Gülünç masken ilk kez yüzünde eğretiymiş. Kendi sesini işitmekten o kadar ürkmüyor olsaymış, seslenip varlığından haberdar edecekmiş seni ama yapamamış işte. Daha zamanı değil, demiş kendi kendine, gösteri başlayıp sona ermeli önce.
(Buradayım. Evet, kalabalık fakat bir parça
çabalarsan farkına varacaksın varlığımın.
Kokum hiç değişmedi ki...)
Kokusu deliye çevirirmiş seni, ama hiç anlayamamış o kokuyu gerçekten sevip sevmediğini. Soramazmış, çünkü soran biri olmamış ki hiçbir zaman. Bir yanıtım da olmadı benim zaten, diyor, soruya ve yanıta sahip olmayan bedenim bu yüzden suskunluğu seçti. Gösteri başlamak üzereymiş, o geç kalmışlık duygusunu söküp atıvermiş içinden, olacakları izlemeye hazırlamış kendini. Işıklar sönmüş, müzik değişmiş ve palyaçolar sahnede yerlerini almışlar. Önce büyük bir çember oluşturdular sahnede, diye anlatıyor gösteriyi, sırayla öne çıkıyor, seyircileri selamlıyor ve kendilerini tanıtıyorlardı. İlk olarak, sarı balonlu palyaço çıkmış
öne, “Benim adım Umut”diyerek tanıtmış kendini. Çılgınca alkışlamış seyirciler. Gülümseyerek avuç dolusu çiçek atmış Umut da seyircilere. Sonra mavi balonlu palyaçoya gelmiş sıra. Neşeli kahkahalarının arasından “ Benim adım Mutluluk ” diye seslendiği duyulmuş. Bir anda üzerindeki mavi balonlar çadırın içinde yükselmeye başlamış, seyircilerin mutlu çığlıkları müziği bastırıyormuş. Kırmızı balonlu palyaçonun adı Hüzün’müş, yeşilli olanın Merak, beyaz olanın Bekleyiş ve mor balonlununki de Tutku. Tüm palyaçolar ortaya çıkıp kendilerini tanıttıktan sonra nihayet sıra sana gelmiş.
( dikkat et, dikkat et...dikkat et,
sözlerine çok dikkat et...)
Usulca yürümüşsün ortaya, herkes susuyormuş. Geriye ne kaldı ki, diye merak ediyorlarmış insanlar. Konuşmaya başlayacağın sırada fark etmişsin onu. Birbirinize bakmışsınız uzunca zaman. Kokusunu alamamış olmana şaşıyormuşsun besbelli. Gözlerini ondan ayırmadan konuşmaya başlamışsın ardından. Önce yerlere kadar eğilip selamlamışsın seyircileri ve onu. “ Sahte “ demişsin, “ Benim adım Sahte “. Sonra yüzündeki maskeyi çıkarıp havaya fırlatmışsın, maske havalanıp onun kucağına düşmüş. Salondan hala hiç ses çıkmıyormuş. O elinde maske, koşarak çıkmış çadırdan. Bir süre nereye gittiğini bilmeden koşmuş, koşmuş, koşmuş. Sokakların yorgunluğu soluğunda sızlarken, bir duvarın dibine çöküvermiş sonunda. O duvarın dibinde oturup ağlamış, çok ağlamış.
ÜçRenk Kırmızı
Joan Miro