İlk kazma darbesi inince toprağa bir ağaç boyu ter saçıldı yüzün çatlaklarından. O an derinleşti ifade! Kaç asır öncesinden gömüldüğü belli olmayan bir çift göz belirdi.
Baktı gözlerden biri. Kaç ömür öncesinin ânıydı bu bilinmez tabii. Kaldığı yerden öylece baktı. Bir anda kocaman bir korku belirdi gözün içinde. Gömme beni görülenin mezarına, diye yalvardı.
Sustu gözlerden biri. Üstüne atılan her cümlenin, kelimenin ve harfin altında kemikleşen sesiydi anlaşılan. Konuşsa unutacaktı sanki bembeyaz kefenini.
Derken birkaç gölge daha belirdi. Ellerinde kazmalar ve küreklerle deşmeye başladılar ilk kazma darbesinin toprakta açtığı yarayı.
Her bir gölge genişlettikleri bu çukurun çevresinde kök veriyorlardı karanlık gökyüzüne. Derine, en derine inip sökeceklerdi belki göğü yerinden. Ve yerine bomboş bir çukur bırakacaklardı.
Eşelenmiş toprağı savurunca gölgelerden biri, havadaki yığından bir bedene örtündü gölge. Bir kazma darbesi inince toprağın sırrına, başka bir beden fısıldandı gölgeye. Peşinden bir kazma daha inince toprağın kaburgasına, başka bir beden, ötesi oldu gölgenin. Sonuncu kürek silince topraklanmış teri, etleşmiş bir yazıyı sunuldu gölgeye.
Derinleştikçe çukur günün ilk ışıkları renkten bir kuleye dönüşüp yükselmeye başladı. Buhardan merdivenleri çıksalar, renklerin sesine lisan olacaklardı belki. Belki de safi bir renk olup – mesela mavi- bir gözün avlusuna çıkacaklardı. O avlu ki denizin uykusunda gördüğü düşün ta kendisiydi. Ta ki bir vapur ya da sandal devcileyin bir ışık balığının kılçığından yansıyana değin sürerdi bu düş.
Dört beden derin çukurun başında durduklarında ilk darbeyi vuran diğerlerine dönüp getirin masumları, dedi. O anda üç kişi kazmalarını ve küreklerini yere bırakıp köye doğru koşmaya başladılar. Koşarken de hep bir ağızdan, masumları getirin, getirin masumları, diye bağırmaya başladılar.
Bazen sesler geçti cümlelerin önüne. Duyulanlar cümleleri fısıldadılar sese. Bazen de cümleler geçti sesin önüne. O andaysa sessizce işitildi cümleler.
Kimi çapaklanmış pijamalarıyla, kimi uykusuz gecenin karanlığıyla fırladı evinden. Kiminin koşuşundan gün tükendi, kiminin telaşından kerpiç evler bilendi. Öylesine keskinleştiler ki çatılarındaki kuşlar çekildi kınlarından. Kimi bir beden bulamadı koşmaya, kimi bir ömür bulamadı yaşamaya.
Tüm köylü toplanınca meydana başları önlerinde iki kişi belirdi öteden. Cinsiyetsizce yürüyorlardı. Ezberlemişti adımları ayakları tarafından. Onlar yürüdükçe köylü soluyordu. Köylü soluyunca onlar yakınlaşıyorlardı. Birkaç adım kalmıştı ki biri kadın oldu biri de erkek. Kadının yüzü ki Tanrı’yı görmüş bir ayna denli aydınlıktı. Erkeğin yüzü de o aynaya yansıyan surete bakışın ta kendisiydi.
Kalabalığın ortasına geldiklerinde bir sessizlik oldu. İki masumun gelişiydi belki bu sessizlik. Belki de cümlelerin ve kelimelerin gurbetiydi burası. Ve bu iki masum iki satırlık bir yoldu kalabalık diyarlara.
Derken yürümeye başladılar. İki masum kalabalığın ortasında öylece eşlik ediyorlardı. Biri – evet sadece ama sadece biri- konuşsa, tüm kalabalık o sesin içinde yürüyüp dağılacaktı belki. Her biri başka ağızların tenhalığında susacaklardı. Ama kimse konuşmadı. Veyahut kimsesizliğin sessizliğiydi bu durum.
Çukurun önüne gelindiğinde kalabalık yolu unutmuşçasına durdu. Oysa hepsi yıllardır ayaklarıyla, düştüklerinde dizlerinde oluşan yaralarıyla, diktikleri ağaçların yapraklarıyla, yağan yağmurun toprak kokusuyla karış karış ezberlemişlerdi bu yolu. Şimdi bir anda unutuşun nedeni belki de ezberlenenin unutuşun ta kendisi olmasından ötürüydü.
İki masum kalabalığın içinden çıkıp çukurun başına geldiklerinde birden durdular. Gölgelerden doğan dört adam masumları yavaşça çukura indirdiler. Boyunlarına kadar gömüldükten sonra kenara yığılmış kumları çukura atmaya başladılar.
Masumiyetin gömülüşüydü bu. Yüzleriyse, günahın mezarlığına dönüşmüş köylüye bir meleğin yaşattığı azaptı. Yoksa neden bu manzarayı izleyen herkes birbirlerinin yüzünde kabirlerini arasınlardı ki?
Çukur tamamen dolunca dört kişi de kalabalığın içine karıştı. İlk kazmayı vuran, şöyle bir süzdükten sonra gömülen iki masuma bakıp:
— Bugün cezanızın yüzünüze vurulacağı gündür. Birazdan sizler yasak meyveyi tadacaksınız. Ve masumiyetinizden sonsuza değin sürüleceksiniz. Bundan sonra size düşen kendinizden yeni günahkârlar yaratmaktır. Ve o gün geldiğinde iki masumu korumaktır.
Sözün bitimiyle birlikte herkes soyunmaya başladı. Üstlerinde olan, olmayan ne varsa çıkardılar. Çırılçıplak kalınca da tüm güçleriyle ellerini karınlarına sokup iç organlarını iki masuma atmaya başladılar. Böbrekler, ciğerler, mideler, bağırsaklar ve en nihayetinde kalpler gömülü olan iki masumun yüzlerine çarpıp önlerine düştü. Peşinden ölümün yüzünü gören köylü, onun soğuk yüzünün önüne serildi. Artık iki masum kendilerinin olmayan yaraları kanıyorlardı.
Kafkarengi
Bruegel