Ruhumuz
arkadaştı. O kadar korktuk ki yan yana gelmeye, birbirimizden ne kadar uzakta
kalırsak, birbirimizi o kadar çok seveceğimize inandık. Aynı şehrin içinde,
başka başka şehirler kurduk kendimize. Yokluğunda, kendine çarpacak kayalık
arayan bir gemi gibi kaldım suların ortasında. Kirpiklerim döküldü seni özleyip
durmaktan, üstüne basılmış bir meyve gibi kütürdedi kalbim. Yanağın değsin
istedim yanağıma, kırlangıçlar göğüs boşluğuna yuva yapsın. Rüzgâr kokunu
götürsün tekne iskeletlerinin yığıldığı bir kıyıya... Bir vapurun peşine
takılıp giden bir martı sürüsü gibi, başka kıyılarda aldın soluğu. Ne yaparsam
yapayım, hep karşı kıyılarda kaldın.
Ruhumuz
arkadaştı. Bir gece vakti, bozkırın ortasında birdenbire duran bir trendi
hayat. Oysa denize çıkar sanmıştım ben bütün raylar. Yıllarımı aldı bozkırdaki
taşların, aslında denizin dibinden çıkarıldığını anlamak. Bunu anladığımda o
kadar geçti ki, başımı kaldırıp baktığımda karşı tarafındaydın rayların ve dut
ağaçlarını takip etmek yetiyordu doğuya inmek için. Biliyor musun, anlamak
ölmektir aslında. Anlamak, anlamlandırmak için verdiğimiz onca gayret,
çırpındığımız onca zaman, yalnızca ölmeyi başarmak içindir. Bir şeyi anladığın
an onu kaybedersin çünkü. Bir şeyi anlamlandırdığın an, ona sahip olduğunu sanırsın
ama aslında o ele geçirmiştir seni. Belki de bu yüzden bazen bir şeylere
yeniden başlayabilmek için, bazı şeyleri yok etmen gerekebilir. Kendine yeniden
başlamak isteyen insanoğlu için de geçerlidir bu, gittikçe varlığını yitiren
nesneler için de... Ben de öyle yaptım işte! Kendimi yok ederek başladım işe.
Kendi ellerimle kapattım içine sığındığım mağaranın kapısını. Kuyumu kendi
ellerimle ördüm. Elbet sonunda yeniden bulurum dedim gün ışığını. Duvarlar
günün birinde beni mutlaka dışına sızdırır sandım. O kadar alıştım ki içimin
kirli karanlığına, zamanla bir dehlize dönüştüm.
Ruhumuz
arkadaştı. Bir sabah kalktığımda, sana anlattığım şeylerle, aslında seni
anlattığımı fark ettim ansızın. Aşklarımı mı anlatmıştım sana? O anda seni
anlatıyordum oysa. Başkaları varmış gibi anlattığım rüyalarda hep senin adım
izlerin vardı. Sen bana nasıl davranmam gerektiğini söylerken, ben sana karşı
nasıl davranmam gerektiğini öğreniyordum yavaş yavaş. Babalarının arkasından,
bir daha asla dönmeyeceklerini bilerek bakan çocuklar gibiydim yanında. Bir an
için bile, gözümün önünden kaybolacaksın diye o kadar korkuyordum ki, kaç
geceyi uykusuz geçirdim karanlığın baykuşlarıyla beraber. Sana sensizliğin
nasıl bir şey olduğunu anlatamazdım, çünkü sen yoktun yanımda. Sana 'kendimi
hayatın anlamını bulmuş ama ertesi gün kaybetmiş gibi hissediyorum' diyemezdim,
çünkü harfler bir gemici düğümü attı boğazıma. Sana dünyaya aslında bir at
olarak gelmeyi istediğimi söyleyemezdim, çünkü hep gitmekteydi aklın.
Ruhumuz
arkadaştı. Asla baktığım yerde olmadın. Gözleri bağlanmış bir ebe gibi seni
arayıp durdum şehrin içinde. Ağaçların arkasına baktım, taşların altına,
evlerin gölgelerine, kıyıdan toprak koparan denizin diplerine, şarkılara,
filmlere ve kalbime. Sanki bakacağım yeri önceden biliyormuşsun gibi, hep
benden önce davrandın. Ama her defasında izler bıraktın geride. Ağaçların
sırtına tırmanan kırmızı karıncalardan anladım bunu. Taşların altına yuva yapan
solucanlardan, evlerin içine gizlice girmeye çalışan kertenkelelerden, denizin
dibinde salınan batık krallıklardan, şarkıların dünyanın ortasına bıraktığı
kederden, yarım kalmış filmlerin hüznünden anladım. Ve kalbimin üstünde biriken
yağmur lekelerinden.
Ruhumuz
arkadaştı. Dokunsak birbirimize bir yangın çıkacaktı sanki. Kül olmaktan mı
korktuk? Kül olmak iyidir oysa. En azından bir geçmişi vardır külün. Sonra rüzgâr
savurur onu, zeytin ağaçlarının gövdesine yapıştırır ya da kitaplarını
göğüslerine bastırarak okula giden bir kızın eteklerine. Hiçbir şey olamadık
ya, bu yüzden diyorum işte kül olsak daha iyiydi diye. Hem ateşi de bilirdik o
zaman, tenimize değen suyun kıymetini de. Ruhumuz arkadaştı. Hep uzaktan baktık
birbirimize.
Ruhumuz
arkadaştı. Ben küçücük kâğıtlara 'seni seviyorum' yazıp balkonumdan attım
insanlar kar yağıyor sansın diye, sen rüzgârın peşine takılıp, bir sedir
ağacının gövdesine dolandın. İşte bu yüzden 'rüzgâr kovalayan' dedim sana.
Faili kendisi olan bir aşkta, tek başıma basarken yaprakların üstüne, bir
denizkestanesinin kalbinden dinledim, denizin dibinden gelen uğultuyu. Senden
bana hiç söylenmemiş şarkılar kaldı hep.
Ruhumuz
arkadaştı. Cama vuran yağmur damlalarını kırık ve yorgun parmaklarınla sildiğim
zaman anladım, elimin altındakinin cam değil de senin yüzün olduğunu. O kadar
buğuluydu ki gözlerin, bir şehri sis basmış sanırdı görenler. Sonra kurtlar
inerdi göğsüme, ayaklarım karda sürtünerek kan izleri bırakan yaralı bir
geyiğinkine benzerdi. Bir tekneye binmiş, açıklara doğru gidip gözden
kaybolurdu gölgen.
Ruhumuz
arkadaştı. Portakal kokulu bir yaz gecesiydin sen. Yaz gelince dallarını
serinlemek için ırmağa sarkıtan ağaçlar kadar güzeldin. Gecenin sonunda
gündüzün olduğuna seninle inandım ben. Yoksun ve şiirin bir bacağı kısa şimdi.
Yoksun ve binalar ancak bir yanındakine yaslanarak ayakta durabiliyor. Yoksun
ve ağaçların rüyasına girdim dün gece. Onlara uzun uzun seni anlattım.
Yaralarımı gösterdim, ürktüler. Dallarıyla kapattılar gözlerini. Yoksun ve
kuşlar hep seni anlattı senden sonra, sanki tehlikeli bir masaldan söz eder
gibi. Yoksun ve yarıda kaldı çocukluğa yolculuk. Bahçeyi zehirli otlar bürüdü.
Yoksun ve sayfada yalnız kalmış bir harf kadar ıssızlaştım ve bozkırın
ortasında tek başına bir ev gibi kaldım. Yoksun ve bütün babalar unuttu eve
dönmeyi.
Ruhumuz
arkadaştı. Seni özlemekle yeni yeni ülkeler yaptım kendime...
Ruhumuz
arkadaştı. Bozkırın ortasında bir denizkızıydın sen. O kadar sıkı tutunmuştun
ki dünyaya, tırnakların saçlarından uzundu. Kelimeler yuva yaptı taşlar
gizlediğin karnına. Orman desenli bir gökyüzüne kaldırıp başımı, kendime
denizler çıkarttım yokluğundan. Kıyısında kırlangıçların seviştiği bir şehre
vurdu ölü balıklar. Boynundaki sıcaklıktan anladım senin bir kiraz ağacından
yapıldığını.
Ruhumuz
arkadaştı. Sen izler bırakıyordun ardında ben bulayım diye, ben kendimi
kaybediyordum onları ararken. Bir su halkasının içinden geçtin. Kabarcıkları
doldurdun eteklerine. Senin sesinle uyandı yalnızlığı bekleyen tarlakuşları. Tersine
dönen bir rüzgârgülü vardı az ötede. Az ötede denize varmadan kuruyan bir dere.
Sonra kırık çakıltaşları, kendini yakan ateşböcekleri ve sütleğenler.
Sonsuzluğa zıpladı gittiğini anlayan her çekirge.
Ruhumuz
arkadaştı. Dik bir merdivenden ellerin cebinde inerken, ayakkabının
bağcıklarına basıp düşmek gibi bir şeydi sensizlik. Senden sonra düğün salonu
oldu bütün yazlık sinemalar. Oysa sana ayırmıştım çocukken sayı boncuğu yerine
kullandığım fasulyeleri. İçinde artist resimleri biriktirdiğim çekmeceyi, vişne
lekeleriyle dolu, bir parçasını dikenli tellerde bıraktığım gömleğimi,
defterlerin en güzel sayfasını sana. Yarıda kaldı bütün bahçe bakımları.
Ruhumuz
arkadaştı. Göğsümde senin için bıraktığım boşluğa kaplanlar indi. Ellerimde bir
yangından kalanlar var. Sönmüş bir deniz feneri gibi kapandı gözlerim. O kadar
açıktan geçtin ki, bulutlar elleriyle kapadılar yüzlerini. Denizin altında
kalmış bir mendirek gibi, suyla doldurdum dokunmadığın yerlerimi. Kendime
uçurumlar, kuyular yaptım.
Ruhumuz
arkadaştı. Sen gidince, bir bacağı kısaldı oturduğum bütün sandalyelerin.
Ruhumuz
arkadaştı. Yolda yürürken tesadüfen karşılaşmış iki ağaç gibiydik seninle.
Senin dal uçlarına doğru yürüyordu su, benimse köklerime. Ben sana bakışlarımla
anlatmıştın geldiğim yerleri, sen bana sessizliğinle. Yapraklarında rüzgârın
bile kıyamadığı çiy taneleri. Oturup uzun uzun konuşmuştuk. Senden dinlemiştim
bazı masalları ilk defa. Yere yağmur damlası gibi düşen gölgene bakmıştım
hayranlıkla. Gölgen de gövden gibi titrekti. Birbirimize dokunmaya korkmuştuk
aniden tutuşuruz diye. Oysa seni gördüğüm anda zaten tutuşmaya başladığımı
anlatamadım sana. Nasıl böyle içten içe sessizce yandığımı, yavaş yavaş bir köz
yığınına döndüğümü, dokunduğum her yere yangınlar bulaştırdığımı anlatamadım.
Ruhumuz
arkadaştı. Sen ormanların suskunluğunu getirmiştin yanında. Gövdende evvelce
ısınmış hayvanların izleri vardı. Kokunu takip etse bulurdu seni bütün
canlılar. Gözlerine bakanlar ormana düştüğünü sanırdı. Sanki hiç beklemek
istemez gibiydin. Her an gidecekmiş gibi hazır, çoktan gitmiş gibi rahat. Sen
varken bile sensizliğe alıştığımı fark etmiştim çok sonra. Ağaçsız bir ormanın,
ömrüme nasıl uçurumlar yığdığını da.
Ruhumuz
arkadaştı. Yolda yürürken tesadüfen karşılaşmış iki ağaç gibiydik seninle.
Yıllarca yan yana söyleştik de, sanki hiç karşılaşmamış gibi kalkıp kendi
yolumuza gittik sonra. Ömründe hiç orman görmemiş iki ağaç gibi kaldık. Eğilip
kulağıma fısıldadın: bir farklı bahçelerin ağaçlarıydık.
Kahverengi