Büyümeyi reddetmeye sırtımdaki yaralar yüzünden başladım. Büyürsem onların da büyüyeceğini düşünüyordum. Yanılmışım! O yaraların içinde küçüldüm, kayboldum.
Özünde hepimiz bir kadının içinde dert olan sıkıntının büyüyüp anlatılmasından başka bir şey değiliz. Doğuran kadının kendisi de bir sıkıntıdan, bunaltıdan başkası değil zaten. Rahmin içine sinsice girip – aynı kanser illeti gibi- orada büyüyüp dayanılmaz bir hale gelince de tükürülüyoruz. Bir sır vereyim mi? Hepimizin anası sıkıntıdır. Sıkıntı emzirir. Sıkıntı büyütür. Sıkıntı yetiştirir bizi. Bir de utanmadan isim verir bize. Saplantısına isim verecek denli hastalıklı insanlarız. Bunun nedeniyse hedefimizi belirlemektir.
Bir sır daha vereyim; bizler babalarımızın babalarımızdan intikam alma biçimiyiz.
II.
Odamın kapısı kilitli… Kaçmak mı sığınmak mı amacım bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum. Sadece kapımı kilitlemek istiyorum. Sadece dışarıda olan her şeyi inkâr etmek istiyorum. Kapının altına eski bir kilimi serme nedenim de bu! Sızmasın içeri hiçbir şey! Kendimin hayatı olsun istiyorum. Hatta kendi kendimin hayatı olmak istiyorum. Biliyorum ki tüm sorumluluklarım – haliyle sorumsuzluklarım- kendimden ibaret. Çünkü Tanrı bizi çamurdan değil yalnızlığından yarattı…
Dışarı çıksam başka insanların anılarının bulaşacağını biliyorum. Birinin mutluluğu kadar beni hasta eden başka bir şey yoktur. Herkes birileri için yaşıyor. Herkes birilerinin herkesi! Bense herkesin hiç kimsesiyim… Buna kendim de dâhilim…
Kapıyı kilitlemeyi ne zaman akıl ettiğimi bilmiyorum. O kapı benim sınırım. Şuan ona bakıyorum. Sınırın neresinde olduğumun bir önemi yok. Kendi yaptığımın bu hapishanenin tek hücresi var. O da odamdır. O hücreninse tek suçlusu var. O da ben…
Güneşin battığı anda babamın çıkıp gelmesi onun bendeki karanlığıyla nasıl da örtüşüyor. Sırtımdaki yara kabuk doğuruyor. Bir kabuğun annesiyim. Bu yüzden annemle iyi anlaşıyor olabilir miyim?
Zilin sesiyle kıpırdamadan yerimde duruşumun bir ismi yok. Buna gerek de yok. Çünkü gelenin “O” olduğunu biliyorum. Harflerle babam, sayılarla sıfır…
Kapımın camına yansıyan gölgesi bile ürkütüyor beni. Aslında ben babamı dokuz yaşında kaybettim. Şuan gördüğümse o dokuz yaşında beni eline aldığı boruyla döven, tekmeleyen kişiden başkası değil. Onu her görüşüm o ânın tekerrürü… Bir ömür boyu sürecek bu dayağı hak edecek ne yaptım acaba? Tek suçumun onun oğlu olmak olduğunu biliyorum. Bu da beni kendimin piçi olmaya yönlendiriyor
III.
Yine cümlesiz bir akşam… Tek kelime yok. Televizyon konuşuyor yerimize…
“Bu akşamki konuğumuz odalarımız” diyor sunucu. Seyircilerse evlerinde alkışlıyor. Tüm mahallede alkış sesleri… Herkes aynı programı izliyor anlaşılan. Sürekli içinde bulundukları odayı televizyonda görme merakları neden?
“Duvarlarınız neden bu kadar ince” diye soruyor sunucu. Odaysa dört bir yandan cevaplıyor:
- Sizi daha iyi sızdırabilmek için!
Mahalleli takdir ediyor. Hatta biri gaza gelip “büyük insan” diyor oda için. Odalarımız bizden daha mı fazla insan? Daha mı fazla yaşıyor bizi? Daha mı fazla mutlu! Kendi odamın en büyük sıkıntısının ben olduğunun bilincindeyim. Çünkü ben odamın büyüyen yarasıyım…
“Tavanlarınız neden bu kadar alçak” diye soruyor sunucu. Oda şöyle bir sunucunun etinin içine bakıyor ve:
- Mezarlarınızı hatırlatmak için…
Herkes suskun… Bizimkiler evvelden suskun zaten.
Konuşsunlar istiyorum. Televizyon onları seslendirmesin istiyorum. Bir odanın içindeki iki farklı duvar olmasınlar istiyorum. Duymuyorlar beni. Özellikle “O” hiç duymuyor beni. Çünkü baba olmakla meşgul! İntikam aldığı babasından farklı bir baba görmemiş ki! Bana ödetmesi lazım o suskunluğu!
IV.
Bir tozum ben. Kir, leke, pas… ne derseniz artık oyum! Sabah olduğumda süpürüleceğim. Kollarım içtiğim sigaraların izmaritlerine, ayaklarım yırtılmış kâğıtların içlerine, gövdem dünden kalma yemeklerin içine, başımsa babamın cüzdanına konulacak. “Bakın bu oğlum” diyecek tırnak içinde. Bakanlarsa “ne kadar da sana benziyor” diyerek çöpleştirecekler beni. Artık hiçbir çöplük kabul etmez beni…
İnsan yaşadıkça kendi kendinin inkârı oluyor. “Yapma baba” diye her yalvarışım veya “Vurma baba” diye her ağlayışım o çocuğu inkâra yönlendirdi beni.
O zaman sığındım odama… O zaman vazgeçtim onun oğlu olmaktan. Dişlerimi sıkarak haykırdım dokuz yaşındaki gözyaşlarımla:
- Sen de sırtımdaki bu yaralar gibisin baba. İyileştiklerinde silinip gideceksin!
Kafkarengi
Magretti