Önce sağına baktı, sonra soluna, bir de arkasına döndü, ama nafile. Ne annesi vardı yanında ne de tanıdık bir yüz etrafında. Telaşa kapılıp hızlı solukları eşliğinde tekrar bakındı etrafına. Biraz önce yaşadığı hayal kırıklığını tekrar yaşayınca da, başladı gözlerinden dökülmeye boncuk boncuk yaşlar. Kalbi küt küt atmaya başlamıştı, yerinden fırlayarak ayaklarının dibine düşecek gibiydi her an. Hiç korkmamıştı hayatında şuan korktuğu kadar. Annesi yoktu ya yanında, onu kimse ne görüyor ne de duyuyordu. Elbisesinde koyu birer leke bırakarak kaybolan gözyaşları arasında, ‘’Acaba görünmez mi oldum ben?’’ diye düşündü. Sonra daha şiddetli ağlamaya başladı. Birilerinden yardım istemesi gerektiğinin farkındaydı ama kimden isteyebilirdi ki, hem annesi yabancılarla konuşmasını yasaklamamış mıydı? Böylece kimseyle konuşmaması gerektiğine karar verdi. Biranda kendisini ‘’Devler Ülkesi’’ndeki Parmak Çocuk zannetti. Çevresindeki devler başlayınca çarpmaya küçük, savunmasız, narin bedenine, kendisine geldi. Var olup, yaşadığını ve çaresiz olmadığını, annesini bulabileceğini, zihnini paylaşmak zorunda olduğu ama kendisini hiçbir zaman göremediği bir insanın tatlı sesi fısıldıyordu, ilk kez o gün küpe taktığı kulaklarına. İçindeki ses. Orada olmasından mutlu olduğu ses.
Göz ya şlarını silecekti, hem de taa dibinden. Böylece o yaşları kaynağında durduracak ve kısa bir süre için kesinlikle ağlamayacaktı. Kocaman açtığı gözlerine, tam götürecekti ki elbisesinin dirseklerine kadar gelen kollarını, annesinin sözleri geldi aklına:
‘’Bak kızım. Bir giysinin kolları ne göz yaşı silmek içindir ne de burun silmek için. Ablalar, ağabeyler bu sorunlar için peçete diye bir şey yapmışlar. Bundan böyle mendil kullanacaksın, kollar yok! Tamam mı?’’
Dalgalı saçları, kızılla turuncu arasında bir renge sahipti. Teni beyazdı, yüzünde küçük küçük çilleri vardı. Turuncu ka ş ve kirpikleriyle doğuştan makyajlı, güzel, küçük bir kızdı o. Beyaz teninin izin verdiği ölçüde güneşten yanmış ellerini ceplerine soktu hemen. Annesinin iki gün önce, altıncı yaş gününde hediye ettiği, eteklerinde fırfırları, belinde kocaman kurdelesi, üzeri üç renkle sınırlı pullarla işlenmiş olan beyaz elbisesinin sol cebinde buldu aradığı mendili. Dudaklarını öpücük atar gibi öne doğru uzatarak yapıştırmıştı burnuna. Umudu mendilini açana kadar, ağladığı için akan sümüklerini ağzından uzak tutmaktı. Annesinin öğütlediği mendili tam açmış götürüyordu ki burnuna sarsıldı birden. Yere düştü mendili küçük kızın. Biri mavi diğeri ise yeşil olan gözleriyle baktı çoktan devlerin ayakları altında ezilerek kirlenmiş mendile. Kafasını kaldırdı. Gözleri ağladığı için hala ıslaktı ve insanları yer yer ısıtan yer yerse kötü kokutan güneş vurdukça parlıyordu kirpiklerindeki titrek yaşlar.
Saçları a ğarmış, buruşuk derili, yüzünden benleri olan, kemikleri sayılabilecek kadar zayıf yaşlı bir dev çarpmıştı ona. Sinirlenmişti küçük kız, dudaklarını burnuna yapıştırmayı bırakmış, burnundan çıkanlar çoktan arkalarında kurumaya mahkum yapışkan izler bırakarak ilerlemişlerdi ağız kenarlarından aşağıya. Kollarını kullanamazdı, ama artık peçeteyi de kullanamazdı. Göz yaşı yerine öfke akıyordu küçük kızın gözlerinden. Babası, küfür etmeyi öğretmişti küçük kıza. ‘’Rakibi önce sözlerinle alaşağı et.’’demişti. Salak, mal, geri zekalı ve söylemekten çok hoşlandığı öküz kelimelerini biliyordu mesela. Küfür etmeyi çok istedi, hatta ağzını bile açtı ama sonra aynı hızda geri kapadı ağzını. Kilit vurdu dudaklarına açılmasınlar diye elleriyle. Babasında sonra annesinin zihnine dolan sözleri korkutucu gelmişti küçük kıza. ‘’Senin gibi küçük tatlı kızların ağzına küfür hiç yakışmaz. Nerden öğrendin bilmiyorum ama bir daha duyarsam çok acı bir biber sürerim ağzına ona göre.’’demişti ona annesi yarı nasihat yarı tehditle. Hayır hayır kesinlikle küfür etmeyecekti. İhtiyar adamı orada öylece bıraktı küçük kız, tıpkı başka bir mendili olmadığı için burnundakilerin ve gözlerindekinin nereye aktığını umursamadan bıraktığı gibi. İçindeki sesin ona söylediğini tekrarladı küçük kız: ‘’Annemi nerede bulacağımı biliyorum.’’
Sonra da yürümeye başladı.
Yürümeye ba şladıktan kısa bir süre sonra karşına, ellerine ayakkabılar geçirmiş, dizlerine poşetlerle kartonlar bağlamış, boynuna kendi kumbarasına benzeyen ama onunkinden kat kat büyük olan birisi önüne düşmüş diğeri ise hala sırtında duran iki kutu asmış, kirli yüzündeki çatlamış dudaklarıyla sigara tutmuş, sürünerek ilerlemeye çalışan orta yaşlı bir dev çıkmıştı.
Devin yüzü gibi, kıyafetleri de kir içindeydi. Küçük kız deve, yarı korkmu ş yarı da şaşırmış bir şekilde annesinin insanlara dik dik bakmaması gerektiğini söylediğini unutarak başlamıştı bakmaya. Adamın da mendili gibi yerde ve kirli olduğunu fark etti küçük kız. Sonra adama bakmaya devam ederek: ‘’ Devler yere düşen bir şeyin temiz kalmasına izin vermiyorlar her halde. Annemi bulunca bunu anneme soracağım ama o zamana kadar yere düşmemeye gayret edersem iyi olacak çünkü elbisemi daha yeni aldım. Sende yerden kalksan iyi olur.’’dedi ve yürümeye devam etti.
Pazar yeri her zamankinden kalabalık ve her zamankinden daha da gürültülüydü. Sevmiyordu sürekli ba ğıran çağıran bu insanları küçük kız. Ona göre herkes işini hallederken normal bir ses tonuyla da konuşabilirdi. Annesiyle daha önce tartışmışlardı bunu. Sesler iyice etrafını sarmıştı küçük kızın.
‘’Domates…’’
‘’Biber…’’
‘’Maydanoz…’’
‘’üç kilo vereyim mi abla?’’
‘’Beş lira abi.’’
Sesler iyice sinirlerini bozmu ştu küçük kızın. Elleriyle kulaklarını kapattı ve bağırarak, ‘’Biraz sessiz olabilir misiniz acaba?’’dedi. Kimse duymamıştı minik çığlığını. Kollarını bağladı, dudaklarını büzdü, büzdüğü dudaklarından ‘’Pufff’’ sesi çıkararak vurdu ayağını yere. O sinirini hep böyle gösterirdi. Kulaklarından çektiği ellerini yumruk yapıp sıkarak devam etti yürümeye.
Küçük kızın annesiyle gitti ği pazar yeri kocaman bir ‘’U’’ şeklindeydi ve kocaman iki kapısı vardı. Fakat bu iki kapı hiçbir zaman küçük kızın tahmin ettiği gibi giriş ve çıkış olmamıştı. İnsanlar, en yakın kapıdan içeriye kendilerini soluk soluğa atıyorlardı.
Annesinin yanında olmadı ğını fark ettiği andan itibaren geldikleri yolu emin adımlarla geri yürümeye devam ediyordu küçük kız. Böyle yaparak pazara girdikleri kapıya döneceğini biliyordu çünkü. Annesiyle bunun provalarını çok defa yapmışlardı. Annesi, bir gün bu pazar yerinde birbirlerini kaybederlerse kızına nereye gitmesi gerektiğini öğretmişti. Kızı her ne kadar bunu yapamayacağını, tek başına annesini bulamayacağını söylediyse de, annesi ona, akıllı, zeki bir kız olduğunu, ona güvendiğini ve hiç korkmaması gerektiğini söylemişti. Böylece küçük kız kocaman bir sırıtışla kendisine güvenmeye başlamıştı.
Pazar yerinin turuncuyla boyanmı ş demir parmaklıklı iki kanatlı kapısı az ileride kendisini göstermeye başlamıştı. Kapıyla arasında kalan az bir mesafeyi de koşar adım tamamladı kız. Dışarıda annesinin onu bekliyor olması lazımdı ama kimsecikler yok gibiydi etrafta. İnsanın gözlerini kısıp biraz ilerisini zor görmelerine neden olan güneşin, bu kötü etkisinden biraz olsun korunabilmek için ellerini siper etmişti gözlerine küçük kız. Böyle yaparak daha iyi görmesine rağmen annesini hala görememişti..
Pazarın kar şısındaki büyük bir iğde ağacının altında bir polisle konuşurken gördü küçük kız annesini hemen sonra. Ağlıyordu annesi hem de daha önce hiç görmediği şekilde.
‘’Pazarın içinde çok oyalandım sanırım, yoksa annem polise gitmezdi. İyi bir azar işiteceğim kesin.’’ diye düşündü kız.
Küçük kız üst kapıdan çıkmı ştı, annesi ve konuştuğu polisin altında durdukları büyük iğde ağacı ise alt kapının hemen karşısında, yolun kenarındaydı. Küçük kız koşar adım geldiği kapıdan, kısa süren molasının ardından koşar adım uzaklaştı daha fazla endişelendirmemek için annesini. Yolu çaprazlama geçerek annesinin yanına gitmekti küçük kızın hedefi, ama durdu aniden yolun ortasında. Annesinin tembihini nasılda unutmuştu. Hani karşıdan karşıya geçecekken önce sağa, sonra sola, sonra tekrar sağa bakarak geçecekti. Annesi bu yaptığını görmediği için şanslı saydı kız kendisini. Sanki annesi ayak seslerini duyacakmış gibi parmak uçlarında geri dönmeye başladı. Oraya gidecek, kendisine öğretileni uygulayacak ve öyle geçerek gidecekti annesinin yanına.
Tam parmak ucunda dönme i şini bitirmiş, yürümeye başlayacaktı ki, annesinin ‘’Kızım…’’diyen tiz çığlığını işitti.
Sonra annesinin çığlığından da sağır edici ve tiz bir korna sesi…
Sonra büyüklüğüne karar veremediği bir acı duydu ve bedenin asfaltta sürünürken çıkarttığı sesi. Gözlerini açacak gücü neden bulamadığını bilmiyordu küçük kız. Duyduğu bütün yabancı seslerden sonra, annesinin ‘’Bir tanem.’’diyen sıcak, tatlı ve sevdiği bir şarkının melodisi gibi gelen sesi rahatlatıcıydı. Gözlerini araladığında simsiyah saçlarıyla güneşi yüzünden uzak tutarak, masmavi gözlerindeki yaşlarıyla annesinin kendisine baktığını fark etti küçük kız.
-Neden ağlıyorsun anne?
-Ne ağlaması. Hani ağlamıyorum ki. Kollarıyla silmişti kadın zar zor tutabildiği gözyaşlarını.
-Hani kollar yoktu anne.
-Evet kızım kollar yok. Özür dilerim.
Seni kaybettiğim için de çok özür dilerim affet beni kızım.
-Anne ben mendilimi…
-Şşşş… Konuşma tatlım. Her şey güzel olacak. Özürdilerim.
Küçük kızın beyaz elbisesi çoktan küçük bedeninden sızan kanlarıyla renk de ğiştirmeye başlamıştı. Yere sızanlar ise kendilerine bir yol çizmiş akıyorlardı yavaş ve sakince.
Kapanmaya meyilli göz kapaklarını açık tutmaya çalı ştığı sırada gördü kendisine doğru koşarak gelen bir sürü ayağı.
-Anne ben yere düştüm.
-Biliyorum kızım önemli değil. Çatallıydı sesi kadının.
-Geliyorlar anne. O adam ve mendilim gibi beni de kirletmeye geliyorlar. İzin verme anne ne olursun.
-Kızım lütfen…
-Bilerek… Ben bilerek yapma…
Küçük kızın sesi, annesinin artık tutamadı ğı gözyaşları arasında iyice kısıldı. Ağzından akan bir kaç damla kanın, gözyaşlarının önceden ağız kenarında açtığı yoldan ilerleyerek elbisesinin yakasına damlamasından sonra da duyulmaz oldu. Geride kalan sesler ise annesine ve elbisesinin eteğine basan ayakların meraklı sahiplerine aitti.
Göz ya şlarını silecekti, hem de taa dibinden. Böylece o yaşları kaynağında durduracak ve kısa bir süre için kesinlikle ağlamayacaktı. Kocaman açtığı gözlerine, tam götürecekti ki elbisesinin dirseklerine kadar gelen kollarını, annesinin sözleri geldi aklına:
‘’Bak kızım. Bir giysinin kolları ne göz yaşı silmek içindir ne de burun silmek için. Ablalar, ağabeyler bu sorunlar için peçete diye bir şey yapmışlar. Bundan böyle mendil kullanacaksın, kollar yok! Tamam mı?’’
Dalgalı saçları, kızılla turuncu arasında bir renge sahipti. Teni beyazdı, yüzünde küçük küçük çilleri vardı. Turuncu ka ş ve kirpikleriyle doğuştan makyajlı, güzel, küçük bir kızdı o. Beyaz teninin izin verdiği ölçüde güneşten yanmış ellerini ceplerine soktu hemen. Annesinin iki gün önce, altıncı yaş gününde hediye ettiği, eteklerinde fırfırları, belinde kocaman kurdelesi, üzeri üç renkle sınırlı pullarla işlenmiş olan beyaz elbisesinin sol cebinde buldu aradığı mendili. Dudaklarını öpücük atar gibi öne doğru uzatarak yapıştırmıştı burnuna. Umudu mendilini açana kadar, ağladığı için akan sümüklerini ağzından uzak tutmaktı. Annesinin öğütlediği mendili tam açmış götürüyordu ki burnuna sarsıldı birden. Yere düştü mendili küçük kızın. Biri mavi diğeri ise yeşil olan gözleriyle baktı çoktan devlerin ayakları altında ezilerek kirlenmiş mendile. Kafasını kaldırdı. Gözleri ağladığı için hala ıslaktı ve insanları yer yer ısıtan yer yerse kötü kokutan güneş vurdukça parlıyordu kirpiklerindeki titrek yaşlar.
Saçları a ğarmış, buruşuk derili, yüzünden benleri olan, kemikleri sayılabilecek kadar zayıf yaşlı bir dev çarpmıştı ona. Sinirlenmişti küçük kız, dudaklarını burnuna yapıştırmayı bırakmış, burnundan çıkanlar çoktan arkalarında kurumaya mahkum yapışkan izler bırakarak ilerlemişlerdi ağız kenarlarından aşağıya. Kollarını kullanamazdı, ama artık peçeteyi de kullanamazdı. Göz yaşı yerine öfke akıyordu küçük kızın gözlerinden. Babası, küfür etmeyi öğretmişti küçük kıza. ‘’Rakibi önce sözlerinle alaşağı et.’’demişti. Salak, mal, geri zekalı ve söylemekten çok hoşlandığı öküz kelimelerini biliyordu mesela. Küfür etmeyi çok istedi, hatta ağzını bile açtı ama sonra aynı hızda geri kapadı ağzını. Kilit vurdu dudaklarına açılmasınlar diye elleriyle. Babasında sonra annesinin zihnine dolan sözleri korkutucu gelmişti küçük kıza. ‘’Senin gibi küçük tatlı kızların ağzına küfür hiç yakışmaz. Nerden öğrendin bilmiyorum ama bir daha duyarsam çok acı bir biber sürerim ağzına ona göre.’’demişti ona annesi yarı nasihat yarı tehditle. Hayır hayır kesinlikle küfür etmeyecekti. İhtiyar adamı orada öylece bıraktı küçük kız, tıpkı başka bir mendili olmadığı için burnundakilerin ve gözlerindekinin nereye aktığını umursamadan bıraktığı gibi. İçindeki sesin ona söylediğini tekrarladı küçük kız: ‘’Annemi nerede bulacağımı biliyorum.’’
Sonra da yürümeye başladı.
Yürümeye ba şladıktan kısa bir süre sonra karşına, ellerine ayakkabılar geçirmiş, dizlerine poşetlerle kartonlar bağlamış, boynuna kendi kumbarasına benzeyen ama onunkinden kat kat büyük olan birisi önüne düşmüş diğeri ise hala sırtında duran iki kutu asmış, kirli yüzündeki çatlamış dudaklarıyla sigara tutmuş, sürünerek ilerlemeye çalışan orta yaşlı bir dev çıkmıştı.
Devin yüzü gibi, kıyafetleri de kir içindeydi. Küçük kız deve, yarı korkmu ş yarı da şaşırmış bir şekilde annesinin insanlara dik dik bakmaması gerektiğini söylediğini unutarak başlamıştı bakmaya. Adamın da mendili gibi yerde ve kirli olduğunu fark etti küçük kız. Sonra adama bakmaya devam ederek: ‘’ Devler yere düşen bir şeyin temiz kalmasına izin vermiyorlar her halde. Annemi bulunca bunu anneme soracağım ama o zamana kadar yere düşmemeye gayret edersem iyi olacak çünkü elbisemi daha yeni aldım. Sende yerden kalksan iyi olur.’’dedi ve yürümeye devam etti.
Pazar yeri her zamankinden kalabalık ve her zamankinden daha da gürültülüydü. Sevmiyordu sürekli ba ğıran çağıran bu insanları küçük kız. Ona göre herkes işini hallederken normal bir ses tonuyla da konuşabilirdi. Annesiyle daha önce tartışmışlardı bunu. Sesler iyice etrafını sarmıştı küçük kızın.
‘’Domates…’’
‘’Biber…’’
‘’Maydanoz…’’
‘’üç kilo vereyim mi abla?’’
‘’Beş lira abi.’’
Sesler iyice sinirlerini bozmu ştu küçük kızın. Elleriyle kulaklarını kapattı ve bağırarak, ‘’Biraz sessiz olabilir misiniz acaba?’’dedi. Kimse duymamıştı minik çığlığını. Kollarını bağladı, dudaklarını büzdü, büzdüğü dudaklarından ‘’Pufff’’ sesi çıkararak vurdu ayağını yere. O sinirini hep böyle gösterirdi. Kulaklarından çektiği ellerini yumruk yapıp sıkarak devam etti yürümeye.
Küçük kızın annesiyle gitti ği pazar yeri kocaman bir ‘’U’’ şeklindeydi ve kocaman iki kapısı vardı. Fakat bu iki kapı hiçbir zaman küçük kızın tahmin ettiği gibi giriş ve çıkış olmamıştı. İnsanlar, en yakın kapıdan içeriye kendilerini soluk soluğa atıyorlardı.
Annesinin yanında olmadı ğını fark ettiği andan itibaren geldikleri yolu emin adımlarla geri yürümeye devam ediyordu küçük kız. Böyle yaparak pazara girdikleri kapıya döneceğini biliyordu çünkü. Annesiyle bunun provalarını çok defa yapmışlardı. Annesi, bir gün bu pazar yerinde birbirlerini kaybederlerse kızına nereye gitmesi gerektiğini öğretmişti. Kızı her ne kadar bunu yapamayacağını, tek başına annesini bulamayacağını söylediyse de, annesi ona, akıllı, zeki bir kız olduğunu, ona güvendiğini ve hiç korkmaması gerektiğini söylemişti. Böylece küçük kız kocaman bir sırıtışla kendisine güvenmeye başlamıştı.
Pazar yerinin turuncuyla boyanmı ş demir parmaklıklı iki kanatlı kapısı az ileride kendisini göstermeye başlamıştı. Kapıyla arasında kalan az bir mesafeyi de koşar adım tamamladı kız. Dışarıda annesinin onu bekliyor olması lazımdı ama kimsecikler yok gibiydi etrafta. İnsanın gözlerini kısıp biraz ilerisini zor görmelerine neden olan güneşin, bu kötü etkisinden biraz olsun korunabilmek için ellerini siper etmişti gözlerine küçük kız. Böyle yaparak daha iyi görmesine rağmen annesini hala görememişti..
Pazarın kar şısındaki büyük bir iğde ağacının altında bir polisle konuşurken gördü küçük kız annesini hemen sonra. Ağlıyordu annesi hem de daha önce hiç görmediği şekilde.
‘’Pazarın içinde çok oyalandım sanırım, yoksa annem polise gitmezdi. İyi bir azar işiteceğim kesin.’’ diye düşündü kız.
Küçük kız üst kapıdan çıkmı ştı, annesi ve konuştuğu polisin altında durdukları büyük iğde ağacı ise alt kapının hemen karşısında, yolun kenarındaydı. Küçük kız koşar adım geldiği kapıdan, kısa süren molasının ardından koşar adım uzaklaştı daha fazla endişelendirmemek için annesini. Yolu çaprazlama geçerek annesinin yanına gitmekti küçük kızın hedefi, ama durdu aniden yolun ortasında. Annesinin tembihini nasılda unutmuştu. Hani karşıdan karşıya geçecekken önce sağa, sonra sola, sonra tekrar sağa bakarak geçecekti. Annesi bu yaptığını görmediği için şanslı saydı kız kendisini. Sanki annesi ayak seslerini duyacakmış gibi parmak uçlarında geri dönmeye başladı. Oraya gidecek, kendisine öğretileni uygulayacak ve öyle geçerek gidecekti annesinin yanına.
Tam parmak ucunda dönme i şini bitirmiş, yürümeye başlayacaktı ki, annesinin ‘’Kızım…’’diyen tiz çığlığını işitti.
Sonra annesinin çığlığından da sağır edici ve tiz bir korna sesi…
Sonra büyüklüğüne karar veremediği bir acı duydu ve bedenin asfaltta sürünürken çıkarttığı sesi. Gözlerini açacak gücü neden bulamadığını bilmiyordu küçük kız. Duyduğu bütün yabancı seslerden sonra, annesinin ‘’Bir tanem.’’diyen sıcak, tatlı ve sevdiği bir şarkının melodisi gibi gelen sesi rahatlatıcıydı. Gözlerini araladığında simsiyah saçlarıyla güneşi yüzünden uzak tutarak, masmavi gözlerindeki yaşlarıyla annesinin kendisine baktığını fark etti küçük kız.
-Neden ağlıyorsun anne?
-Ne ağlaması. Hani ağlamıyorum ki. Kollarıyla silmişti kadın zar zor tutabildiği gözyaşlarını.
-Hani kollar yoktu anne.
-Evet kızım kollar yok. Özür dilerim.
Seni kaybettiğim için de çok özür dilerim affet beni kızım.
-Anne ben mendilimi…
-Şşşş… Konuşma tatlım. Her şey güzel olacak. Özürdilerim.
Küçük kızın beyaz elbisesi çoktan küçük bedeninden sızan kanlarıyla renk de ğiştirmeye başlamıştı. Yere sızanlar ise kendilerine bir yol çizmiş akıyorlardı yavaş ve sakince.
Kapanmaya meyilli göz kapaklarını açık tutmaya çalı ştığı sırada gördü kendisine doğru koşarak gelen bir sürü ayağı.
-Anne ben yere düştüm.
-Biliyorum kızım önemli değil. Çatallıydı sesi kadının.
-Geliyorlar anne. O adam ve mendilim gibi beni de kirletmeye geliyorlar. İzin verme anne ne olursun.
-Kızım lütfen…
-Bilerek… Ben bilerek yapma…
Küçük kızın sesi, annesinin artık tutamadı ğı gözyaşları arasında iyice kısıldı. Ağzından akan bir kaç damla kanın, gözyaşlarının önceden ağız kenarında açtığı yoldan ilerleyerek elbisesinin yakasına damlamasından sonra da duyulmaz oldu. Geride kalan sesler ise annesine ve elbisesinin eteğine basan ayakların meraklı sahiplerine aitti.
Ekru
Gustav Klimt