28 Mart 2014 Cuma

OTOBÜS YOLCULUĞU


I.

Üç numaralı koltuk boştu. Bu, otobüs yolculukları için zorunlu kıldığım bir şartı yerine getiriyordu: koridor tarafında oturacaktım. Bir de bu otobüs yolculuğu için özellikle arzuladığım, başka otobüs yolculuklarında önemi zorunluluk mertebesinde olmayan bir başka şartı da yerine getiriyordu: önde oturacaktım. Duyduğum bir korku beni koridor tarafında oturmaya zorlarken, önde oturmayı arzulamama sebep olan şey haz duygum. Korkumun içinde hapsolduğum çeperlerini zorlayamazken hazlarımın kılığını çok hızlı değiştirtebildiğimden, değişen kılıklar önde oturma şartını zorunlu olmaktan çıkarıyor, önemsizleştiriyor. Önde otururken, ruhumun mekânın genişlemesine olan açlığını yol çizgileri üzerinden benliğimin derinlerine doğru akan görünümlerle doyurmak hazzının yerine, arkada otururken, mekânın içimden sonsuza doğru uçuşup-kaçışmasının, yani tam tersi yönde çalışan bir duyumun hazzını koyabiliyorum. Bu otobüs yolculuğumda önde oturmayı özellikle arzulamamın sebebi ise yolculuğumun gece olacak olmasıydı. Sayılamaz kez gidip geldiğim, görünümlerini olağanüstü bir çeşitlilikte bildiğim bu yol güzergâhının karanlık hali için içimde yeni bir arzu uyanmıştı. Yol çizgileri üzerinden içime doğru akan görüntülerin, otobüsün teklifsiz içlerine daldığı, farların saygısızca işaret ettiği, yine de saklanmayı son anda becerebilen, bunun için gecenin kendilerini yutmasına göz yuman, geceye sığınan görünümlerin bütünlüğünü zihnimde kurmam gerekeceğinden, birçok yolculuğumun hayalini alıp karanlığın benim için bıraktığı boşluklara yerleştirebilecektim. Herhalde babamla kıyasıya kavgalarımdan sonra evden çekip gittiğim ya da inandığım herhangi bir şeyin tüm bir yaşamın mutlak şartı haline gelebildiği yirmili yaşlarımı özlemiştim.

Diğer taraftan otobüs yolculuklarımın geneli için önde oturma arzumu tetikleyen başka bir şey daha, merak duygumun başlattığı bir çeşit oyun var: yolcuları otobüse biniyorken karşılamak. Bu karşılama hem tehlikeli hem de belalı bir iştir. Önde oturduğumda merak duygumla ruhumun derinlerindeki bir ben ayağa dikilir, istesem de istemesem de, otobüse her binenin bakışının ahvaline, bu ahvalin yönettiği her çeşitten mimiğe, elin-kolun havanın içinde salınışına, tutunuşuna, adımların heyecanlarına dikkat kesilir. Bütün bu bakışlar, mimikler, uzuvların hareketleri, bedenlerin bükülüşleri, diyelim ki bir kentin en büyük caddesinden, bir başka kentinkine farklı, daracık bir ara yolda farklı, burada, otogarda farklıdır ama otobüse biniyorlarken yolcularda bambaşkadır. Kendi varlığınızın anlamı da farklıdır. Yabancısı olduğunuz büyük caddede ya da olmadığınız, fark etmez, esameniz okunmaz ama yabancısı olduğunuz dar sokakta, bir anlığına kapı önü muhabbetinin konusu, hiç değilse mutlaka birkaç bakışın üzerinde bir zaman oyalanacağı bir yenilik olursunuz. Otobüste ise sanki ne olacağınıza karar verme olanağınız vardır. Başkalarının gözünde belki sınırlı ama seçilebilen bir anlam oluşturabilir, üstelik buna bir ölçüde müdahale edebilirsiniz. Hiçbir bulunuşum içimdeki sıra dışı beni ayağa dikmezken, yolcularını otobüste karşılayacağım bir rastlantı gerçekleşmişse oyun çaresiz başlar. Bir taraftan yolcuların ahvalini en ufak ayrıntısına kadar keşfetme hırsım gözlerimi kırpmama bile engel olurken, diğer taraftan bu ahvale bulaşmayı ya da onu çatlatmayı aynı hırsla isterim. İşte bu bulaşmalar için ben bu yolculuklara has çeşitli suratlar takınırım. Kimileyin “Kaşar dilimlerinden küçük ısırıklar alıp, kocaman kırmızı şarap yudumlarını yuvarlayacağımız neşeli bir toplanmadır bu yolculuğumuz ve söz, ben gevezelik edip, kafanızı şişirmeyeceğim. Herkes gönlünce vakit geçirecek.” der suratım. Hepsine değil ama bazılarına geçer bu neşe, onu belli belirsiz bir kıyıda tutarlar ve bu yüzden, en azından o yolculukta sıkılmak yerine hayal kurmanın ya da kaygısızca düşünmenin keyfine dalacaklarmış gibi gelir bana. Bazen, araya aşılması imkânsız mesafeler koyan ve bir mendeburunki kadar çirkin bir surat takınıp da öyle otururum ön koltuğa, o zaman yolcuların bazıları yanımdan bir huzursuzluk edinip öyle geçer yerine. Kimileri sonsuz bir umursamazlıkla, kimileri de gündelik telaşlarıyla farkıma bile varmazlar. Ama bir ruh halini, Rilke’nin tek bir maskeyle ömür geçirenleri kadar sıkıca sarmalanmış, hiç ama hiçbir durumda o ruh halinden kopmayan birileri de olur. O zaman tersine işler her şey; kendi tuzağıma düşmüş olurum. Üç numaralı koltuğun boş olması bütün bunları bana düşündürmedi. Ben bütün bunları, karşımda duran tanıdık bir nesnenin ona yönelen bakışa, bilindikliğiyle bütün bir dünyayı o andaki sınırlarıyla anlatması gibi, bir anda gördüm. Bilet satın almanın kendisini, çalışanın şu koltuk boş demesini bütün bunlara dönüştüren tekrarlar, alışkanlıklarım var.    
           
II.

Bu alışkanlığın sayesinde üç numaralı koltuğun boş olduğunu çalışan bana söylediğinde gözlerimin içinden mutlu bir bulut geçti. Çalışan bulutu gördü, şaşırdı. Şaşkınlığını görence toparlandım, bulutu sakladım. O zaman bir aldanışın onu yokladığı zannıyla önüne baktı, bileti kesebilmek için adımı sordu. Biletimi elime alınca hiç oyalanmadım ve koltuğuma, evimin  anlamını daha yeni bulmuş bir köşesine yerleşir gibi yerleştim. Yanımdaki koltuğa benden az büyük sayılabilecek bir kadın oturmuştu. Ben koltuğuma sığmaya, öte-berime bir düzen vermeye çalışırken varlığım umru olmadı. Kapılarını herkese kapatmıştı. Açılmayacak kapıları çalmanın hiçbir anlamı olmaz; sesimi çıkarmadım. Koltuğuma yerleşince bu yeni konumumdan dünyanın köşe-bucağının nasıl göründüğüne bir kedinin edasıyla baktım. Bu bakışla oturduğum koltuğu taşıyan dünyanın kendisi de koltuğum üzerinden bir devamlılık, varlığına bir gerekçe, itiraz edilmezlik kazandı. Durdum. Karşılayacağım yolculara bulutun yalnızca gölgesini göstermeye karar verdim; kendisini gösterip onları şaşırtmak istemiyordum. Yanımda oturan kadının tersine, bir açıklık haline getirdim kendimi, yolcuları karşılamaya koyuldum.
Yaşlı kadını kızı getirdi. Yaşlı kadına yönelen bakışlarındaki sevgiden onun kızı olduğunu düşündüm. Özeninin ve kaygılarının cisimleştiği jestlerinden bu kızın da bir anne olduğu seziliyordu. Yaşlı kadının otobüsün merdivenlerine tırmanan ağır bedenine kendi bedeninin hareketlerini ekleyerek annesinin gücünü artırmaya, iyi bir evlat olmaya çalışıyordu. Başarıyordu, yaşlı kadının, dünyanın kendisini sarıp sarmalamasının şeklinden hoşnut olduğu her halinden anlaşılıyordu. Bin bir zahmetle tırmandırdı bedenini merdivenlerden. Diğer sırada bir arkaya, cam kenarına yerleştirdi kızı onu. Kol çantasını kucağına aldı. Poşetlerini ayaklarının yanına koydu. Kızına gitmesi için ısrar etti ama kızı hemen gitmedi, durmadan ihtiyaçlarını sordu, varınca telefon etmesini söyledi, bazı selamları emanet etti. Babası için bir şey demedi, kim bilir, babası ölmüştü belki. Bütün bunlar kısaca iyiydi. Bu seremoni iyinin beklentisini karşıladığından, istendik bir şeyi bulmanın huzurunu herkese yayıyordu. İyilik, iyi ruhlardan dünyaya taşıyordu.
İyi ruhlardan bahsetmişken, karıştırmamanız için güzel ruhlardan da bahsetmeliyim. Güzel ruhlar dünyayı bir saflık halinde deneyimlediklerinden onları iyi-kötü ile yargılayamayız. Onların herhangi bir şey yapmaları bir saflık halinin belirişi, doğanın dolaysız bir ifadesidir. Dünyayı deneyimlemelerine tanık olma fırsatı bulduğumuzda şaşırabiliriz en fazla. Herhangi bir şey için bir saflık halinde ölebilirler; bir yaprağın ya da bir dalganın ölümü gibi. İyi bir şey için ya da herhangi bir başka şey için aracı değildir ölümleri, sadece ölmenin sırası gelmiştir. İyi ve kötü ruhlarda aracılar vardır. İyi ruhlarda aracıları toplumun ortak kabulleri ve ihtiyaçları verir, kötü ruhlarda karanlık bir bencillik. İyi ruhlar şaşırtmazlar, heyecanlandırmazlar ama çabucak unutulabileceklerinden rahatsız da etmezler. Yaşlı kadın, annemden daha yaşlı olduğunu söyleyebilirim, iyi bir ruhtu. İlk bakışta anlaşılıyordu iyi bir ruh olduğu, rahatsız etmiyordu. Bütün bu iyilik keskinliklerimizi azaltmış, ruhumuza bir sönüklük, bir durgunluk, rehavet eklemişti. Kadın bu sönüklüğün içinde yakaladı beni.
Kadının, otobüsün önünde ne zaman belirdiğini fark etmemiştim. Onu geçirmeye gelen herhalde sevgilisiydi. Bakışım onlara takıldığında bir tedirginlik duymuşsam da bunu önemsemedim, onlarla oyalanmadım. Belki muavinin hareketliliği ilgimi üzerine çekti. Motoru ısınsın diye otobüsü çalıştırdı, valizini bagaja emanet etmek için bekleyen yaşlı adamın yanına koşturdu. Yollarda geçirdiği zamandan devşirdiği bilgeliğinden emin, yaşlı adamın yaşından gelmiş olduğunu varsaydığı bilgelikle bu bilgeliği eşleyip, senli benli sayılabilecek, asla saygısızca değil, sıcak birkaç laf geveledi bir taraftan ağzında. Yaşlı adam varsayılan bilgeliğini gerçekledi, bu samimiyeti sorun etmedi, aynı sıcaklıkla cevap verdi. O esnada kadını yanımda dikiliyorken buldum. Daha kendi koltuğunun hizasına gitmeden, o iki adımlık denebilecek mesafede, yani hemen yanımda dikilerek şöyle bir durup yaşlı kadına baktı. Bu bakıştan hiç hoşlanmadım. Lütfetmek üzere seçen bir bakış ve kullandığı eleğin adı: lâyıklık. Kendime tapındığım tapınağımdan çıkıp aranıza katılmam yetmezmiş gibi, üstüne de bir bunağa katlanmak varmış bu katılma mecburiyetinin içinde, der gibiydi. Yaşlı kadın dünyanın hareketliliğinden kendi payına düşeni yapmış olmanın rahatlığıyla oturuyordu yerinde, pencereden dışarıyı, dünyayı seyrediyordu. Kadın, kendisini fark etmeyen yaşlı kadına haddini bildirmek üzere memnuniyetsizlikle iki adım attı, kilon kendi koltuğundan taşıyor, çantaların da sana ait olan yerden taşıyor, der gibi paltosunu çıkardı ve koltuğa, yapacak bir şey yok, der gibi ilişti. Yaşlı kadın tedirgin oldu biraz, ama bütün bu edaya aldırmamayı en azından yıllarla öğrenmiş gibiydi. Yanına oturan kadına şöyle bir baktı, aldırışsızlığını sürdürmeye karar verdi, dışarıdaki hareketliliği seyretmeye devam etti. Ama ben, lâyıklık eleğinin bu açık kullanımının tetiklediği ilk hareketle oluşmakta olan girdaba hızını aldığı bu anda yakalanmış oldum. Zamanı kendi mutlak gerçekliğine, sınır durumuna getirdi girdap, her şey o andan ibaret oldu. Tüm duyumlarımı ve ilgimi üzerinde alıkoydu, zihnim yalnız ona yönelen duyumsamalarımın içerisine hapsoldu. Bu hapsoluştan kanat açan ilk kelime gevşekti.

Gevşek, fakat öyle bir gevşeklik ki, gevrek bir gevşeklik ve bir baş dönmesi kadar tatsız, insanda tiksinti uyandırıyor. Kadının, etrafına saygısız bir aldırmazlıkla saldıran, küçümseyen bakışı, alabildiğine dönüp, bir bumerang gibi, kendi varoluşunu küçülten bir efekt yaratıyor, bu efektle belirginleştiğinden daha da tiksindiren bir gevşeklikle oturuyordu. Bütün bu edasıyla otobüse bindiği andan itibaren boğuculaştırıcı bir değişim, soluduğumuz havada bir değişim tırmandıkça tırmandı. Tiksintiden kurtulmanın tek çaresi soluk almamamdı. İmkânsız, mantıksız, birçoklarına gülünç gelecek olduğu için asla ifade etmediğim her zamanki düşüncem kıvrıldı yüreğimden beynime doğru: o bir soluk alan ve ben de bir soluk alansam yani ikimiz de aynı eylemin içindeysek, onunla aynı şeyi yapmıyor olmak için artık benim soluk almamam gerekirdi. Eğer ki o, bir nedenle ölmeyecekse, yani onu öldüremediğime göre. Bunu yapıp yapamayacağımı düşündüm ve eğer ki herhangi bir nedenle ölmüş olsaydı, bunu öğrenme şansını yakalasaydım, duyacağım sevinci düşündüm. Bu sevinci düşündüğümde, sevincin coşkusu beni yokladı. Sonra da bu sevinci duyabilme olanağım, ruhumun bu olanağı beni korkuttu. Duyduğum korku coşkuma eş şiddette bir öfkeye dönüştü, oradan tiksinmemle başlayan zincire eklendi, zincirin ucu geldi iğrenmeme bağlandı. Lâyıklık eleğinin çarpıtmasıyla yanlış anlamlandırdığı bakışlarımı, bir bakışın ona yönelmesini varoluşundaki üstünlüğün onaylanması sanıyordu, üzerinde hissettiği için gevrekliğini daha da genişletti ve gevşekliğinin en ücra köşelerine, bir kralın oturduğu tahtın nesnesini ya da dokunduğu her şeyi kendisiyle bütünleştiren duygusu gibi, büyük bir açlıkla nüfuz etti. Bunu başarınca varlığının soluduğumuz havadaki boğan, zehirleyen buğusunun kesifliği arttı, soluksuz kaldık. İhtiyacımız olan, muhtaç olduğumuz o derin nefes için bakışım yol göstersin diye başımı çevirdim.

Aslında belki ben de yaşlı kadın gibi, otobüse bindiği ilk andan itibaren edasından taşan bu buğuyla başa çıkabilirdim. Öyle yapmaya çalışıyordum, ama rahat durmadı. Derin bir sabrın içine kendini gömer gibi gömüldüğü küçümseyiciliğiyle yaşlı kadına tahammül edemedi, hemen bir öndeki koltuğa geçti. Yani benim hemen yan tarafımdaki koltuğa. Bu bana doğru hareketi, tahammülsüzlüğünden sonsuzca beslenen edasındaki o kötücül buğuyu, ateşten çıkan dumanın yoluna durmuşum gibi ruhuma sardı. Beni çaresiz bıraktı. O yarattığı bu etkiyi algılıyor ama bambaşka bir anlama yoruyor olduğundan, algılamasıyla daha da mutlu olup, edasını pekiştirecek şekilde bedenini dalgalandırmaya başladı. Ellerini, kollarını, başını, bacaklarını bulduğu her bahaneyle dalgalandırdı. Çantasından bir paket çıkardı, açtığı paketin içinde börek vardı, böreği saran kâğıdı yırtıp soluduğumuz havayı yağlı yaparak katlanılmazlığını artıran böreğin ucundan ısırdı. Durdu, derin bir nefes aldı, ama o nefesi tutmadı, hatta iki katına çıkaracak kadar çoğalttı, dışarıya öyle verdi. Dalgalanması uzasın diye böreğini ölümcül bir yavaşlıkla yerken, gençliğinin hafifliğini ayak seslerinden tanıyabileceğimiz bir delikanlı, bu hafifliğin bedenini kaldırmasıyla, yoksa otobüsün basamaklarını tırmandığından değil, ikimizin arasında durdu, ona doğru döndü ve belli belirsiz bir bakış yöneltti. O kendisine yönelen bakışı gördü, bakışın anlamını bildi ama istifini bozmadı. Genç adam şöyle bir durakladı, hem henüz buğunun cahiliydi hem de gençliğinin ilgilerini besleyecek şeylerin dışına kapalıydı. Bir de ürkekti. İlk defa gittiğimiz yerlerde duyduğumuz ürkekliğe benzeyen bir ürkekliği, bazılarımız hayata karşı duyar. O ürkeklikle sesini çıkarmadı, elinde tutuğu bilete baktı, döndü otobüsten indi. Kadınsa hayata eklediği, hepimizin belleğine eklediği, her türlü eşyanın, her insanın ve benim belleğimize kazıdığı iğrençliğini bir marifet bayrağı gibi taktı burnunun ucuna, başka birinde olsa gülümseme diyeceğimiz bir dudak hareketini de ekledi yanına ve yağlılığı her yere bulaşan, asla çıkmayacak kadar bulaşan böreğini yemeye devam etti.

Genç adam bileti elinde vezneye koşturmuş, yapılmış olabilecek hatayı düzeltmesi için bileti aldığı çalışana durumu anlatıyordu. Muhtemelen, bana yanlış bir numara verdiniz, orada biri oturuyor, diyordu. Ben, doğanın değil ama neyin hatası olduğunu bilmediğim buğunun bulandırdığı bakışlarımdaki bulanıklık geçer mi umuduyla genç adama bakıyordum. Çabucak geri gelsin ve varlığıyla her şeyi düzeltsin. Genç adam herhalde bu yalvaran seslenişi duymadığından ya da belki her zamanki ürkekliği çalışanın da karşısına dikildiğinden ve çalışan öncelikle bu ürkekliği görüp, bu ürkekliğin kazandırdığı keyfi davranma hakkını gönlünce kullandığından, geri gelmesi uzun sürdü. Bu ürkekliğe öfkelendim bu sefer de. Bu ürkeklik yüzünden oluyordu belki de her şey. Sonra tanıdım onu, bende de vardı ondan.  

Beni, yaşamı yeniden anlamlandırdığım ve acıya boğulduğum, uzun bir zaman dilimine hapsettikten sonra genç adam geri geldi. Bu defasında da sesini çıkarmadı, yalnızca elinde tuttuğu bileti kadına doğru uzattı. Kadın zaten bildiği şey için bilete bakma zahmetine katlanmadı. O, artık pek diyebileceğimiz, neredeyse bütün varoluşun kalıbı haline, kırılmaz kalıbı haline getirdiği buğusundan son derece emin oldu, bu emin oluşla tekrar gülümsedi. Üstelik zaferinin tanıklığına daha güvenilir olarak beni bulduğundan döndü bu gülümseme esnasında bana baktı. Yani aslında bana sırıttı, ben bu sırıtmayı yenilgimin tescili olarak kabul ettim. Kalktı, yaşlı kadının yanındaki yerine tekrar geçti. Tiksinmemle aynı şiddete sahip bir duyguyla acıdım hem yaşlı kadına hem kendime. Ruhum her türlü duyumsamaya karşı katılaşıp kendi üstüne kapanmakta buldu çareyi, kim bilir ne kadar bir zaman için.  


Böylesi zamanlarda, tüm bunlarla artık baş edilemeyeceğini, o fırsatı kaçırdığımızı duyumsadığım o kısacık zamanlarda ölmek isterim. Ölmek istedim. Gecenin yolculuğuma eklemesini arzuladıklarımın hayali, bir yaşama halinin kısacık, basit planının gerçekleşmesi mümkün değildi. Bu dünya arzuyu imkânsız kılıyor. Bu dünya arzunun gerçekleşmesini imkânsız kıldığından, bir zaman sonra arzu edemez hale getiriyor herkesi. Ölemiyoruz da, böylece çoraklaşıyoruz gitgide.

Ten Rengi


18 Mart 2014 Salı

( H )İÇLENMELER...

sayılarla  renkleri bir arada tutmak ne kadar kolay ve bir o kadar
da zor aslında. sayıların  ritmik  sesine eşlik eden makineler mi,
leo ? insanların  hayatlarına  müdahale eden renkler mi yoksa ?
ama bir uyum var aralarında;  uyumsuzluğun  uyumu… sayılar
ne  zaman  fark  edilir,  yalan  söylediğimiz de mi?  yalanların
ritmik sesine hangi renk uygun düşerdi?

renklerin  düşlerimle   bir  bağlantısı  var  mı leo?  düşler  ve
renkler  anların  bir  gölgesi  midir?  gölgeler  renksizdir  ama.
renkler sayılardan daha gerçekçi aslında, üstelik daha da canlı.
renkler  doğruların  hangi  yalnızlığına düşüyor? doğrular  hep
yalnızdır ve yalnızlıkların hep bir iç gürültüsü vardır, duymak
isteyenin kulaklarını sağır eden bir gürültü bu.


sayılar ve renkler doğruların ve yalnızlıkların iç gürültüsüdür.


Akıl Karası







9 Mart 2014 Pazar

AH...

Ah,  bir  rüyanın  gözüyle
Karanlıktı,  her  şey  renksizdi,  demek
Ne  çok  isterdim,  ne  çok…
Lakin  siyahın  diliyle  anlatılır,  kendini;
Çalınmış  bir  kelimenin karaborsası,
Başına buyruk,  en  terkedilmiş  kelime:  YAZGI.

KADINLAR PLATOSU
Kimsesizliğe  boyanmış  bir  vadinin tam  ortasındaydım.  Aslında  buraya  vadi  demekten  çok  plato  desem  daha  yanlışı  var  eden  bir  doğru  olacaktı.  Düz  ve  yüksek  olan  tanıdık;  aydınlığını  ve  kokusunu  yitirmiş  bir  yerdi.  Platonun  tam  ortasındaydım.  Karanlıktı,  tonsuz  bir  karanlık.  Önümde  kocaman  bir  kuyu  varmış  da  içine  düşecekmişim  gibi  bir  korkuyla  adım  attım,  önce.  Sonra  bir  adım  daha.  Gözlerim  tam  karanlığa  alışmışken  henüz  parçalanmamış  boşluğu  dolduran  olgun  bir  kadının  sesi  her  yandan  avaz  avaz bağırıyordu:
_Yazgııııııı…  Yazgıııııı…
Kaybettiği  kelimeleri  arıyormuş  gibi,  yüzü karanlık  yeryüzünde.
_Yazgıııı…  Bana  gelllllll!!!  Ben  senin  terk  ettiğin  yazgınım.
Etrafımda  dönmeye  başladım,  sesin  sahibini  bulurum,  diye.  Kimseler  yoktu.  Sesim  titreyerek:
_Kimsin,  kimsin  sen?  Tanıyor  muyum,  seni?
Karanlıkta  belli  olan kayalıkların arkasına  baktım.  Kayadan kayaya  koştum,  çok  çok  uzak  dağların  arkasına.  Yeniden  seslendi:
_  Dedim  ya,  ben  senin  yazgım.  Bir  sesin  bir  sese  gelmesi  için  iki  sesten  birinin  birini  tanıması  yetmez  mi?  Hadi  bana  gel,  seni  en  az  senin  kadar  tanıyorum.  Ben  senin  unuttuğun  yazgınım.  Unutuşun  hatırlayışa  yol  verdiği  yazgın,  dedi  ve  sustu.
Sesin  susması  ile  beraber  platonun  bir   ucundan  çok  uzaklardan  bir  kadın  şarkı  söyleyerek  ve  dans  ederek  bana  doğru  yaklaşmaya  başladı.  O  şarkıyı  söyledikçe  karşı  dağlarda  sesi  yankılanıp  kendisinden  önce  geliyordu.  Saçları  kısacık,  uzun  boyluydu,  bacakları  daha  da  uzun.  Bir  pelikanın  suda  oynayışı  gibi.  Kucak  açtım,  hiç tanımadan  kırk  yıllık  ahbapmışçasına.
_Heyyyy,  dedim.  Sesin  çok  güzel.  Sessizlik  içinde  kanat  çırpan  bir  güvercin gibi.  Bu  sese  su  dansıyla  eşlik  edebilirsin.
O  da  daha  önceden  bir  tanışıklığın  verdiği  samimiyet,  biraz  da  çokbilmişlik  edası  ile:
_Eeeeeee  zaten  yapıyorum  ki,  kuzum…
Miniminnacık  bir  kahkaha  atıp  hiç  fark  etmediğim  arkamdaki  birisine  seslendi;  fakat  seslenişini  duymadım.  Sadece  seslenişini  biliyorum.
_Gel,  dedi.  Bak,  kimi  buldum.  Diğeri:
_Kimi,  dedi.
O  da  kadındı.  Ettik  mi  üç  kadın?
Birinci  kadın,  yeni  gelen  diğer   kadına:
_Akıllım,  kim olabilir  ki?  Bak  BİZİ   buldum.  Kenidimizi…  Şarkımızı,  dansımızı  ve  kırık  aynalardaki  yansımamızı…
Sonra  usulca  kulaklarımın  dibine  gelip  fısıldadı:
_Şiiiiişttt  sessiz  olalım.  Şu  kayaların  arkasında  yazgımız  var.  Duyarsa  yanımıza  gelir,  biz  onun  oluruz.  Diğeri:
_Evet,  sessiz  olalım.  Ben  henüz  kimsenin  olmak  istemiyorum.  Hem  artık  yalnız  da  değiliz,  çoğaldık.  NE  ÇOK  BİZLER  VAR!,  bak.  Sayılacak  kadar  çok.
Sesler  sustuğunda  bütün vücudum  kontrolsüz,  istemsiz  kasılmaya  başladı.  Üçümüz   sessizce  dans  ediyorduk.  Ayaklarım  yerden  kesilmişti,  uçuyordum.  Uzun  bacaklı  kadını  bir  ayrı  kendim  bulmuştum,  daha  da  çok  sevmiştim.  Yüzünü  görmek   istedim;  ama  hala  yüzü  yeryüzündeydi.  Sesi  de  hiç  ummadığım  kadar  erkeksiydi.  Şaşırdım,  böylesine  kadınsı  bir  vücuda  erkeksi  ses.  Acaba,  dedim;  kendi  kendime:  ”  İçindeki  kadını  kim  çaldı?”  Sorsam  mı ki  dememe  kalmadan:
_Heyyyyy  sen,  senin  içindeki   kadını   kim  çaldı?
Soruyu sormamla  diğer  kadın  endişenin  ifadesini  almaya  başladı.  Sandım  ki   fırtına  kopacak.
Vidalar  kusan  makine  sesli  diğer  kadın:
_Hiç  sormayacaktın  bu  soruyu.  Hiç  kendinde  nedeni  olan  bir  şeyi  sorar  mı  insan,  şeyyyy  yani  kadın?
_İnan  kimseyi  kırmak,  kızdırmak  istemezdim.  İçimdeki  ses,  sordu.  Farz  et  ki  sormadım. 
Soru  sorulan  kadının  öfkesi  geçmemişti.  Arada  bir  yerdeki   taş  parçalarına  tekmeler  savurup  sinkaflar  düzüyordu:
_...  feleğin  çemberine,   …  karanlıkların  surlarına,  …  cam,  ayna  kırıklarına,  şerefine  çalanların şerefine,  çalınan  asil  dişiliğime…
Diğer  kadın:
_Yooooo,  dedi.  Öyle  kolay  değil,  bu  işler.  Sorulan  bir  soru  sorulmamış  gibi  yapılır  mı?  Tamam,  o  halde  cevap  vereyim,  sen  de hiç  cevabı  almamış  gibi  davran?
_Peki,  ama  onun  yerine  sen  mi  cevap  vereceksin?
_Aaaaaa,  sen  de  ne  unutkan  şey  çıktın,  canım.  Unuttun  mu?  Biz,  BİZİZ.  Hadi  yeniden  sor  soruyu.  Bu  sefer  yüksek  sesle olsun.
Var  gücümle  bağırmaya  başladım:
_Heeeyyyyyyyy,  içindeki   kadını  kim  çaldı?
Taşları  ve  sinkafları  savuran  kadınla  beraber  diğer  kadın  delicesine  kahkaha  atıp:
_Gölgemizden  başka  kim  olabilir  ki,  güzelim?
Gittikçe  soğuyan,  kayalık  platonun  ortasında,  sabahı  hiç  karşılamayacak  olan  gecenin  içinde  o  an  arıma  iki  sesli  korodan  üç  harflik  kelime  yapışıp  kaldı.
_Elbette,  SEN.
Mitolojik  kadın  kahramanların sesiyle  kıkırdamaya başladılar:
_Hadi  canım,  o  kadar  da  alıngan olma.  Burası  kadınların  platosu.  Nasıl  olsa  SEN,  BİZ.    
     

NEFTİ


Yazarın notu: 


Bazen  bir  rüya  görürsün,  o  gecenin  sabahı  kalkıp  iki  faklı  öyküde kendi  rüyanı  okursun.  Sonra  mı,  sonra  da  üçüncü   öyküde kendi  rüyanı  kaleme alırsın.  Kısa  öykülere   ithafen  uzun öyküler…