30 Ekim 2013 Çarşamba

UYKUNUN BAHÇESİ...

Yorgun değil ama bacaklarında bir sızı olduğunda ısrarcı. Bacaklarındaki sızının yatağı çağırdığını söylüyor kendine.  Yine de geciktiriyor. Hazzı çoğaltmak için haz verenden uzak durmak gibi bu geciktiriş. Uzansa uyuyacak. Uyuyacak ve kendini o bahçede bulacak. Bahçeyi düşününce, yorgunluk sanısından ummadığı bir gülümseme yayılıyor yüzüne. Bedeni özlemi azdırmanın yolunu buluyor. Küçücük bir esneme. Gözler, bahçe uğruna, kapanmaya çoktan razı.

Hayatımda bir bahçe var, diyemez. Belki uykularımda bir bahçe var, demek daha doğru bir anlatım olurdu. Ama kime anlatabilir ki bunu? Üstelik anlatmanın ne anlamı var. Kim inanır? Kimse inanmaz, hiç ama hiç kimse oradaki dikeni haşin gülün bir yandan ödünü koparırken diğer yandan değdiği yarayı iyileştirdiğine. Akasyaya sırtını verip oturduğunda, unutmayı aklından bile geçirmediklerinin zihnine tatlı bir esintiyle doluşunun hiç üşütmediğine. Nicedir özlediği kuşun nihayetinden uzaklardan gelip omuzunda soluklandığına. Veya kim inanır, aklına üşüşen her imgenin bir öyküye dönüşüp onu büyülediğine. Kimse inanmaz, uyanık geçen saatlerde bahçeyi yitirme korkusu yüreğine gelip oturduğunda sakinleşebilmenin tek yolunun gelinciklerin geceler boyu fısıldadığı dizeleri bir bir zihninden geçirmek olduğuna. Kimse inanmaz, dallarından kucağına söz dökülen o çınar ağacının varlığına, kendi bile inanamazken.

 Yorgunum, diyor kendini haklı çıkarmak için.  Değil oysa... Kendinden yana davranıyor ve yatağa uzanıyor. Bahçeye ilk girişini düşünüyor uykunun gelişini beklerken.  Sıkkın bir günün nihayete ermesini bıkkınlıkla beklemişti. Yolunda gitmeyen şeyleri düşünmekten yorgun düşmüş zihni teslim bayrağını çekmiş, biraz ara verelim, arzusunu net bir biçimde belli etmişti. Hak vermişti o da.  Düşünmenin, kurcalamanın faydasızlığı ortadaydı. Ne olacaksa olsun veya olmasın hiçbir şey bundan sonra, diye düşündüğünü anımsıyor en son. Derken önce karanlık ve ardından bahçe. Rüya bu, diye hevesini kırmıştı ilk anda. Heveslenmenin ardından geleceği kaldıracak gücü olmadığını bildiğinden. Akasyanın hışırtısını işittiğinde savunmaya hazırlığı önemini kaybetmişti. Papatyalar ve gelincikler, kelebekler, dikeninden ürktüğü gül ve nihayetinde kuş.  Bütün bir ömrü, başka kimseye veya başka bir şeye ihtiyaç duymadan burada geçirebileceğini biliyordu ilk andan beri.

Şimdi yatağında uzanmış, bahçenin kapısının açılır olmasını beklerken, o dikeni haşin gül için aklında tutmaya çalıştığı öykünün ayrıntılarını düşünüyor. Öyküyle tehlikesini hiçleyeceğini, omuzundaki kuşun güçlü dallarından birine konmasına izin vereceğini umuyor. Ummak yorar insanı. Yoruluyor. Gözleri kendiliğinden kapanırken, şu gül öyküyü sevse ya, diye düşünüyor. Bahçenin uzakta beliren kapısı bilincinde olmadığı tebessümü yüzüne yerleştiriyor. Kapıdan geçmek üzereyken öykünün ilk cümlesini hatırlamaya çalışıyor…



Üçrenk Kırmızı



23 Ekim 2013 Çarşamba

BİR YERLERDE

Tavan, evet evet tavan.

Hani şu dört duvarın üstündeki şey.

Biraz pütürlü, dağınık ve yalnız,

Düşünceyle boyanan,

Baktıkça zamanı yok sayan.

Acının haklı sonsuzluğu gibi,

Jiletliyorum düşlerimi,

Çaresizlik bir anakonda gibi sarıyor bedenimi,

Nefesim elektrik tellerinde gerili,

Görüntü gelip gidiyor,

                             Akıt bana zehrini,

          Kutsuyorum çaresizliğimi,

                     Geceden kalma çizik zeytinlerini.

Karanlık geliyor sıska yalnızlığıyla.

Sessizliğinden tanıyorum onu.

Söylenmemiş, söylenmeye cesaret edilemeyen sözlerle,

Eksik yarım kalmış hikâyelerin tüm esrikliğiyle,

Acının verdiği gürültüyle geliyor,

Bir fırtınanın sessizliğiyle.

Ellerim bağlı bekliyorum.

Kayboluyorum,

Bildiğim en kör dehlizlerde.

Kan kokusu takılıyor peşime.

Eğilip ağzından öpüyorum.

Susuyor yalnızlık, kemikleşiyor,

Beklentiyle aynı yerde kırılıyor.

Gözlerim çatlak iki kiremit,

Sağanak yağmurlarda sızdırıyor ara sıra.

Uzuyor zaman, demleniyor hayat, rengini alıyor.

Bakışlar donuyor, gölgeler duruyor.

Gülümseme dudağındaki mühürlere takılı kalıyor

Uçurum gözümde değil, içimde büyüyor.

Bir çizik atıyorum yüreğime, sana değmiyor.

Dökülüyor tavan, yıldızlar düşüyor.

Gölgeler ışıkla oyun oynuyor.

Ellerim uzuyor, sonsuz uzuyor,

Ve sonra buruk teninin deltasında kayboluyor.

Hayat yanılsamadan ibaret tavanda.

Siyah Eskisi



14 Ekim 2013 Pazartesi

DOĞU

son serçede gidiyor
sırtında son gök
yola koyuluyor

yanağımı kıran
yüzümü tırmalayan son rüzgar

gözüme düğümlenmiş son yaş

bir doğu
baştan sona yas'a bulanmış
koca bir insan
...
narenciye rengi



7 Ekim 2013 Pazartesi

ŞİŞMAN KADININ MUTLULUĞU...

          O sabah uyandığımda, bir gece önce uyumama engel olan baş ağrısı hala yerinde duruyordu. gözlerimi açmak güç olmadıysa da, başımı yastıktan kaldırmak için bedenimi zorlamam gerekti. Uyumak istiyorum, diye geçirdim içimden, biraz daha uyumak istiyorum. Bedenimin bu ısrarlı isteği, günün yoğun programını anımsayan zihnim tarafından sert bir tavırla reddedildi. Kendimi güçlükle duşun altına attığımda, aklımdaki tek düşünce, bir an önce günü sonlandırıp, tekrar yatağa uzanacağım anı çabuklaştırmaktı. Sıcak suyun altında durup, gözlerimi kapadım. Bir iki dakikalığına böyle ayakta ve ıslak uyumak olanaklı mıydı? Olanaklıymış… Kaç dakika geçtiğini bilmiyorum, ama gözlerimi yeniden açtığımda doygun bir uykudan uyanmış gibiydim ve hatta daha da ileri giderek küçük bir rüya görmüş olduğuma yemin edebilirdim.

     Rüyamda, güneşli bir güne neşe ve heyecanla uyanan; o akşam yapılacak “jumbo güzeli” yarışmasının finalistlerinden Tayvan’lı bir kadındım. Yatakta mutlulukla gülümseyip gerinen, yüz elli kiloluk bir kadın. Üzerimde pembe çiçekli ve kaç metre kumaş harcanarak dikildiğinin hesabını yapamadığım saten bir gecelik vardı ve tombul yanaklarım geceliğin rengiyle yarışabilecek bir renk taşımaktaydı.

     Heyecanlıydım, o geceki finalin favorilerinden biri olarak gösteriliyordum ve acilen ismim “jumbo kraliçesi”olarak ilan edildiğinde yüzümde belirmesi gereken gülümsemeyi prova etmem gerekiyordu. Ellerimi dolgun kalçalarımda, göbeğimde ve göğüslerimde dolaştırıyor, yüz seksen kiloluk en yakın rakibimi düşünüyordum. İçimde hafif bir endişe belirdiyse de, kahvaltının hazır olduğunu ilan eden sesi işittiğimde, o huzursuz duygu yerini tekrar tatlı bir kıpırtıya bırakmıştı. Birinciliğimin ilanı sonrası kullanacağım adım atma stilini prova ederek, banyoya girip, yüzüme sıcak su çarparken kendi kendime “Günaydın jumbo kraliçesi” diye fısıldıyordum. Soğuk suyun yüzümdeki sarsıcı etkisiyle gözlerimi açtım…

     Duşun altında uyuyup, rüya gördüğüm iddiasını kimseye söylememeye karar verdim.  Tuhaftır ki duştan çıktığımda kendimi öncekine oranla dinlenmiş hissediyordum ve baş ağrım sona ermişti. Jumbo Kraliçesi! Yüz elli kilo! Bilinçaltımın hangi hain oyunun peşinde olduğunun sorusu aklımın bir köşesinde kahvaltıyı düşünmeye başladım.

      Gün, diğer günlerin benzeriydi. Aynı koşturma, aynı hız ve akşam olduğunda hissedilen aynı yorgunluk. İş çıkışı, kent merkezinden eve doğru yürürken mağaza vitrinlerinden yansıyan elli altı kiloluk görüntüme göz ucuyla bakıyor, rüyamdaki o kilolu kadının çok daha güzel göründüğüne itirafa zorluyordum kendimi. Pembe yanakları, ışıl ışıl gülümseyişini anımsadıkça cılız bir kıskançlık duygusunun içimde belirmeye başladığını gözlemliyordum. bu çok tuhaf işte, diyordum kendime, bu gerçekten çok tuhaf.

     Otuz yaş sınırına yaklaştığım andan itibaren, yediğine içtiğine dikkat eden, haftada bir-iki saatini egzersize ayıran, fazla birkaç gramın ağır depresyonlarını yaşayan bir kadın olarak kıskançlığın ve kıskanılanın anlamsızlığına şaşmadan edemiyordum. Markette, düşük kalorili ve kepekli ekmeklerin olduğu bölüme doğru ilerlerken yanıt belirginleşti zihnimde. kıskanıp, imrendiğim gerçekte o tombul bedenden yayılan, pembe dudaklarda belirginleşen ve saten gecelikte son vurguyu yapan, o kendiliğinden mutluluk ve kendinden memnuniyet haliydi. Alışveriş sepetine doldurduğum malzemelere baktım. Yağsız peynir, diyet süt, düşük kalorili yoğurt, beyaz et, yeşil salata. Kraliçe bunları yer miydi? Dudaklarımı ısırdım ve sonsuz açlığımı düşünerek kasaya doğru ilerledim.

     Eve ulaştığımda, hemen bir ayna bulmalıyım, diyerek banyoya koşturdum. Aynadaki aksime dikkatlice baktım. Elimden gelse, suratımı evirip çevirip görebildiğim tüm açılardan görmek istiyordum kendimi. Yanaklarımı şişirdim, neredeyse nefessiz kalacak kadar… Sonra güldüm kendime, mantık imdada yetişmişti. Basit bir rüyanın sana yaptıklarına bak, dedim azarlayan bir sesle. Aptallaşma…Sen ne kraliçesin, ne yüz elli kilosun ne de Tayvan vatandaşısın. Akıllı ol…

     Sakinleşmiş ve nihayet mantığının sesini dinlemeye ikna olmuş bir halde akşam yemeği hazırlamaya koyuldum. Az yağlı yeşil salata, yoğurt ve ızgara hindi etinden oluşan yemeğimi tepsiye yerleştirip, televizyonun karşısındaki koltuğuma yerleştim. Kendinle bu kadar uğraşmak yeter, bak bakalım dünyada neler olup bitiyor, söylevinin arasında bir haber programı bulmak için uzaktan kumandanın tuşlarına basmaya başladım. Yarı haber, yarı magazin içerikli bir programda karar kılıp bir yandan da yemeğimden atıştırırken, bir yandan da programı izlemeye başladım. Türkücüyle dansözün med cezirli ilişkilerine dair haberlerin ardından, spikerin ağzından dökülen haberi duyduğumda yoğurt kâsesine doğru uzanmıştım.

“sayın seyirciler, şimdi sizi bir güzellik yarışmasına götürmek istiyoruz. ancak bu, bildiğimiz güzellik yarışmalarından farklı bir nitelik taşıyor. Çünkü bu yarışmada yer alan finalistlerin en hafifi yüz yirmi kilo ağırlığında.. Sayın seyircilerimiz Tayvan’da geçtiğimiz gece gerçekleştirilen “jumbo kraliçesi” yarışmasında birbirinden kilolu hanımlar yarıştılar. Nesilleri tükenmekte olan fillere kamuoyunun dikkatini çekmeyi amaçlayan yarışmayı, yüz elli kilo ağırlığındaki Marie Dawson kazanırken, ikinciliği yüz seksen kilo ağırlığındaki Sahamo Artdo aldı. Yarışmanın birincisi olan şişman bayan, önümüzdeki bir yıl boyunca nesli tükenmekte olan fillerin korunmasıyla ilgili aktivitelerde yer alacak…”

     Ekrandaydı, salına salına yürüyor, yüzündeki gülümseyiş giderek genişliyordu. Pembe sabahlığı yoksa da, yanaklarındaki pembelik hala yerindeydi ve kırmızı elbisesinin içinde gerçekten çok güzel görünüyordu. Ben, elimde yoğurtlu kaşık, ağzım bir karış açık bakakalmıştım ekrana ve kalbim duracak gibi çarpıyordu. ekrandaki genişleyen gülümseyişlere ne zaman eşlik etmeye başladım bilmiyorum, yoğurtlu kaşığı tutan elim havada, ben de gülümsemeye başlamıştım. Şişman kadının mutlu yüzü ekrandan silinmeden hemen önce yoğurdumu şerefine havaya kaldırıp ağzımı kocaman açtım. ”Sen bunu çoktan hak etmiştin tombul dostum” diye fısıldadım yoğurdumu yutmadan hemen önce. ” Sen bunu gerçekten hak etmiştin.”

Lila- Gam