29 Ekim 2012 Pazartesi

KUSTUM ADINI



Dün gece gene inanılmazı yaptım
tuttum beni astım gözlerine
sen cinnet hali
ben cennet hali dedim

sen en orospusu zamanın sus dedin
ben serserice sevdiğim bedeninde infilak ettim

önce şarap içtim
sevgiyle dol dedim
sustum
sonra kaçarken düşlerimi düşürdüm

bir çocuğu sigara satarken yakaladım
çektim dumanı içime
gökyüzü gibi bakire seni düşündüm
çözülecekti dilim
sen diye zifir kustum

sonra düşündüm
gece üstümüze çöken esrarkeş bir perdeydi
belki bir gün dedim
kustum adını / yuttum dilimi
unuttum
sustum

olmadı
belki bir gün dedim
kırlangıçlar süzülür
seni bırakır üstüme dedim
sustuklarımı kustum
bekledim

Buz Grisi


                                                                          Ira Bordo


26 Ekim 2012 Cuma

BİR VAROLUŞ BİÇİMİ TAKLİDİ OLARAK OYUN


           Zaman geçiyor; oyun sürmekte. Taraflar oyunun varlığından habersizmiş gibi görünmeyi olağanüstü bir biçimde başararak, en iyi oyunlarını sergileme konusunda oldukça iddialı olduklarını fark ettiriyorlar. Hangi takımın başarılı olacağı henüz tahmin bile edilemiyor. İçki kadehi tokuşturmanın rahatlığında tokuşturuluyor karakterler. Herkes canı yanmıyormuş gibi yapıyor. İzleyicisi olmayan bu oyunda alkış sesleri, tarafların iç sesleri tarafından efekt ediliyor ve bu ses yalnızca söz konusu, tarafça işitilebiliyor. Oyun şaşalı, ödül yok; bu da sadece oynamak için oynanan bir oyunun varlığını belgeliyor.

          Kimin kazanacağının önemi var mı, henüz bunu da bilen yok. Stratejiler şimdilik kaybetmemek üzerine kurulu durumda. Böyle olunca da, saldırıdan çok savunma silahlarının varlığı hissedilebiliyor. Henüz ölü yok yaralı da. Belki bir –iki küçük çizik, hafif berelenmeler, hepsi bu kadar. Herkesin zulasında öldürücü bir silah bulunur elbet. Ama henüz kimsenin vurucu gücünü saflara gönderdiğine rastlanmadı.

          Oyun hep yoktu elbette. Başlangıçta, sadece taraflar birbirlerinin varlığından haberdardı; günün birinde rakip olacakları kimsenin aklına gelmiyordu. Sonra oyun başladı. Ortada ezberlenecek ne bir senaryo ne de oyunculara ne yapmaları gerektiğini söyleyecek bir yönetmen vardı. Bu durum başlangıçta taraflar arasında hezeyana neden olduysa da; kısa zamanda durum anlaşılır bir nitelik almaya başladı. Oyuncular görev sırasında bir takım kostümler kullanıyorlardı doğal olarak. Kendi görünmez dolaplarından bulup çıkardıkları bu giysiler, eğreti duruyordu üzerlerinde. Ancak şimdi durup bunu düşünmeye vakit yoktu; oyun sürmek zorundaydı. Hem giysileri, takmak zorunda oldukları maskelere oranla daha iyi durumdaydı. Ah o maskeler! Umursamaz, komik, korkunç, uzak, şaklaban ve rengârenk maskeler. Her iki tarafın da en nefret ettiği yandı o maskeler. Ama zorunluydu onları çıplak yüzlerini gizlemede kullanmak. Oyuna maskesiz çıkmayı düşünmek, deli cesareti gerektiriyordu ve söz konusu taraflar ne deliydi ne de cesur. Belki de oyunu bitmek bilmez bir işkenceye dönüştüren de buydu. Deliliğin ve cesaretin eksikliği! Taraflardan en az biri, maskesini çıkarma yürekliliğini gösterebilseydi, oyun bitebilirdi. Ne zafer olurdu o zaman ne de yenilgi. Sadece yorgun oyuncuların yüreklerini dinlendirecek bir rahatlama anı yaşanırdı belki. Sonra yaşam normale döner; herkes eski sıkıcı yaşantısına tekrar sığınır; renksiz fakat huzurlu uykulara kavuşulurdu.

           Ne var ki, ipin ucu kaçmış gibi görünüyordu. Geri dönmek, oyun hiç olmamış gibi davranmak, yüzleştikleri acımasızlıklarını yok saymak zordu. Bu hayatta geriye yürüyen ne vardı ki? Bu savaşın bir cinayetle son bulacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Birisi ya da bir şey ölecekti ve öngörüden daha korkunç olan, cinayetin bir zorunluluk gibi göründüğünü tarafların kabul etmesiydi. Peki, ölen kim ya da ne olacaktı? Sorulması zorunlu ancak yanıtlanması oldukça güç bir soruydu. Bir cinayet kaç cinayeti getirecekti beraberinde? Cinayet elbet!  “Her insan öldürür gene de sevdiğini” diyen Wilde, oyunu izleyebilseydi memnun olurdu durumdan. ”Faşizm iki kişinin arasında başlar.” diyen kimdi peki?


OYUN….FAŞİZM….CİNAYET….AŞK!

-Aşk mı?

-Aşk elbet!

-Aşk mı?

Aşk elbet!

-Skor  ne olur?

-“Her insan öldürür gene de sevdiğini”

Melun Renk

                                               Jean Cocteau, la sang d’un Poete, 1930

21 Ekim 2012 Pazar

KATMERLİ UNUTUŞ


mektup açacağıyla oymuş sol kasığına
annesinin hüznünden devşirdiği lâciverdi
üstelik kovulmuş bütün sözcüklerden de
zamanı akışkan bir kokuyla aldatmaktan
annesi duysa ölür şimdi
kız kardeşi seyirlik

öğrenci evlerinde bütün odaları doldururken anayasa hukuku
- ki mutfakta bile geçerlidir-
bir tokat izinden öğrendi yargısız baba yasasını
banyo dolabında üzgün bir porno yıldızı

ev iyidir oysa
kederle arınmış perdeleri
ve bahara kurulmuş mutfak divanlarıyla
serin bir gün biriktirir kaşınan sıkıntılara
bazen öfkeyle kapanan bir kahvaltı sesi, cam kırığı
bazen avlularda ipe dizilen tütün yaprağı

döndüğünde bir gün kasabasına, dönerse
ilk davası; babası

artık sol kasığında durmadan sızlarken yarası
eğildi, usulca okşadı hasta kadınını
çatlayan yazgısını besledi ağzından
annesi duysa ölür şimdi
kız kardeşi gelinlik

öyle çoğaldılar ki yalnızlıklarında
kaç kişiydiler sevişirken

Kahverengi

                                              Photo by Riccardo Moncalvo - Il Gesto, 1937

17 Ekim 2012 Çarşamba

DAVETE İCABET


Karşı konulması oldukça güç bir çağrıydı, daveti ikiletmeyecektim. Gerçi çağrılı olmanın avantajlarına sahip olmamak bir parça can sıkıcıydı ama yine de böyle bir davet, her gün alabileceğiniz türden değildi. Kendimi şanslı hissediyordum, çağrılmayı yıllardır kıskançlıkla beklediğim bir yer, artık kapılarını, şartlı da olsa açmış beni bekliyordu.

O güne özenle hazırlandım. Önce evimi hızlı hızlı, sonra kendimi usul usul temizledim. Sıcak suyun altında mırıl mırıl mırıldanarak şarkılar söyledim. Saçlarımı üç kez değişik biçimde kurutup, beğenmeyerek bildik şeklinde taradım. Davet edildiğimde saçım farklı değildi ki, diye düşünerek kendimi rahatlattım. Bedenime kokular sürdüm, yüzümü hiç boyamadım. Epeydir giymediğim çiçekli elbisemin ütüye ihtiyaç duyup duymadığını kontrol ettim, biraz zayıflamış olmalıyım ki, üzerimde eskisinden de dökümlü duruyordu. Bu beni biraz endişelendirdiyse de aldırmamaya kararlıydım. Her şeyden önemli olan çağrılı olmaktı. Daha sonra, keşke topuklu olanları giyseydim, diye hayıflanacağımı bile bile, siyah renkte olan, topuksuz ayakkabılarımı giydim. Ceketimi alıp çıkarken kendimi kıpır kıpır bir heyecanla oynaşırken yakaladım. Kapıyı kilitlerken, süründüğüm parfümün ağırlaşmış kokusu burnuma çarpıp, beni telaşlandırdı. Dönüp yeniden yıkansam mı acaba, diye düşünmeye bile zamanım olmadığını fark edince, rüzgârın kokumu alıp götürmesini dilemekten başka çarem olmadığını kabul etmek zorunda kaldım.

Apartmandan çıkıp, sokaktan aşağıya doğru yürüdüm… Caddede bir taksi durdurdum, şoförün yüzünü buruşturarak nereye gideceğimi sorması, parfüm sorununu hatırlamama neden oldu. Çok sürmüşüm işte, çok. Fena halde sıkıldım bu duruma, ama yapacak bir şey de yoktu. Yol boyunca heyecanımı bastırmaya çabalayarak, trafik yüzünden ağır ilerleyen takside oturup, geçtiğimiz sokaklara baktım. Sokaklarda yürümekte olan kaç insanın, şu an benim kadar şanslı olabileceğini düşünerek rahatlamaya çalıştım ama bu çabanın kötücül bir yanı olduğunu kendime söylemeyi erteleyecektim. An bu itirafa uygun değildi. Müziğin sesinden rahatsız olup olmadığımı soran şoföre, keyfine bak, dedim. Herkes keyfine bakmalı. Bugün önemli bir gün.

Taksi nihayet durduğunda, sakinleşmenin yolunu bulmuştum. Yaşamımın en önemli anlarından birine adım atmak üzereydim ve aptal bir heyecanın, bunun tadını çıkarmama engel olmasına izin verecek değildim. Kokumun ağır ve abartılı olması az sonra duyacaklarımın içeriğini değiştirmeyecekti. Apartmana girip, merdivenlere yöneldim. Törensel bir tırmanıştı ve çağrılı olduğum evin en üst katta oluşu, beni sevindiriyordu.

Zile dokunmama gerek kalmadan kapı açılıverdi. İçeri alındım. Salona yürüdük ve önünde saksı saksı menekşelerin bulunduğu pencerenin kenarındaki koltuklardan birine buyur edildim. O da karşıma geçip oturdu. Yüzüne, kırçıl saçlarına ve yaşlanmış tenine ve bunların aksine genç kalmış gözlerine baktım. Gülümsedi. O, her şeyin farkındayım, diyen gülümseyiş gözlerimi ondan uzaklaştırıp çiçeklere yöneltmeme neden oldu. Yanılmışım hepsi menekşe değilmiş, şu da unutma beni çiçeği, diye düşünürken, o konuşmaya başladı.

“Buraya o öyküyü dinlemek için çağrıldın,  aradığın o öyküyü.”derken sesi yaşlı bir kadın için oldukça genç çıkıyordu.
“Hazır mısın?”diye sordu,  bir an duraksadıktan sonra.  Hazır mıydım? Yılardır o öykünün peşinden koşup, onu bulmayı tuhaf bir tutku haline getirmiş ve şimdi onu içime almaya çok az zaman kalmışken, bu da soru muydu? Aslında bir soruydu elbette, ama can sıkıcı bir soruydu. Buraya gelirken böyle bir soruyla karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim. Güçlü bir düş kırıklığının eşikte beklemekte olduğunu seziyordum. Hazır olma konusunda iyi değildim. Yaşamanın önüme çıkardığı pek çok fırtınaya hazırlıksız yakalanmış, rüzgârın sürüklediğine razı gelmeyi öğrenmiştim. Öykü hariç, bu öykü hariç.

“Cevabını bekliyorum…”diyen sesini duyduğumda, kafamı kaldırıp ona baktım. Ne kadar yaşlı görünüyor, diye düşündüm. Oysa gözleri, gözleri gördüğüm en genç gözlerdi. ”Evet?”diye üsteledi, sesinde belli belirsiz bir sabırsızlık seziliyordu. Buraya kadar gelmeyi başaran birinin, hazır olup olmadığı konusunda sessiz kalmasına anlam verememiş gibiydi ya da bu aslında onun için çok anlamlıydı. Bir an düşündüm, unutma beni çiçeğine baktım. Sonra bakışlarım ona döndü.


“Hayır, hazır değilim” diyen sesim, kalkıp kapıya yönelen bedenime eşlik etti.


Üçrenk Kırmızı

                                                                    Andre Gelpke

16 Ekim 2012 Salı

ISLAK TEN


bir ten ve bir hayat
aldırma bana
bugün biraz ağlamaklıyım 
çocuğum da biraz
bu odaya sığmıyor ruhum


bir ten ve bir hayat
geçmişin hüznü daha ne kadar çınlayacak kulaklarında
kaç güneşi daha unutacağız öğle ortasında
ciğerlerimi tokatlıyor hıçkırık seslerin
bundandır ağlamalarım


bir ten ve bir hayat
anımsıyorum tunalı’da akşamüstü yürüyüşlerini
öpüşlerimize sendikalı
sigara emekçisi dudaklarını
bırak gördük, geçirdik ne varsa
yarınlar hayaller ile besleniyor
hayaller umutlarla

-bir ten ve bir hayat
duyuyor musun yağmuru
bizi beklediğini, görüyor musun
benim bir hayalci olduğumu hatırlıyor musun?

Binevşi

                                                                Valentin Fischer

13 Ekim 2012 Cumartesi

İLK HARF: AŞK



Beni bileğimden öptü. Üç defa. Damarlarımda sessizce yürüyen karıncaların, o anda topluca kalbime göç ettiklerini duydum. Kalbim uyuştu, kasıldı, çocukların tepelerden aşağı yuvarladığı bir kamyon tekeri gibi sağa sola çarparak devrildi. Bileğimde dudaklarının serinliği, kulağıma eğildi ansızın. “Sevişmek ilkokula başlamak gibidir” dedi. “İlk dokunduğun an, ilk harfini öğrenmiş gibi olursun. Sonra sıra bütün alfabeyi sökmeye gelir. Sen okumayı öğrendikçe, sözcükler biriktirdikçe ellerinde, o eller bir gövdeyi okumayı da öğrenir zamanla.”

Beni bileğimden öptü. Karanlık bir odadaydık. Ancak onun gözlerinde görebiliyordum ışığı. O ışığı takip ettim. Kendi gövdesini gösterdi bana. Gövdesindeki sınır kasabalarını, hayvanların bile terk ettiği sisli dağları, o dağlarda rüzgârın sesiyle avunan ağaçları gösterdi. Bir ormandaydım sanki. Ellerim ilerledikçe terden ışıldayan teninde, o ağaçlara çarptı ellerim. Parçalandı, kanadı, dikenlerle kaplandı. Bir meyveyi koparmanın bedeli olmalıydı bu. Derken birbirine çarptı dişlerimiz. Çınlamanın sesini duydum. Suyu kurumuş bir kuyuya atılan taş gibiydi. Yavrusunu ağzıyla besleyen kuşlar gibi nefesini verdi içime. Tuttum, tuttum, tuttum. Kocaman bir suskunluğa dönüştürüp o nefesi, onun ağzının içine saldım yeniden.

Beni bileğimden öptü. Uzun, sessiz bir deniz gibi uzanıyordu yatakta. Göğüsleri yaralı bir hayvanınki gibi kalkıp kalkıp iniyordu. Paslanmış odun sobasın kenarlarından sızan ışık düşüyordu gövdesine. Önce tek bir noktada toplanıyor, ardından dağılıyor, yayılıyor, bütün bedenini bir yangın yeri gibi aydınlatıyordu. Hazırdım kendimi o ateşe teslim etmeye. Yavaşça uzandım yanına. Parmaklarım bacağı kırılmış bir at gibi süründü gövdesinde. Ateşi takip etti, kovaladı. Tam o anda, ateşe değdiğim anda anladım bu yangının sonsuza kadar süreceğini. “Sevişmek, bir yangıyla var olan ormanlar gibidir” dedi. “Eğer ormanı seviyorsan, yangına da katlanmalısın.”

Katlandım. Onun ateşiyle var ettim kendimi. Bütün sokaklarını ezberledim gövdesinin, bazı sokakların çıkmaz olduğunu bile bile. Gözeneklerine girdim, tüylerine üfledim, denizi ilk defa gören bir dağlı gibi, şaşkınlığımı bıraktım titreyen derisinin üstünde. Sayısız penceresi vardı, hepsinde denizi gördüm.

15 yaşındaydım onu tanıdığımda. Bana daha önceden yüzlerce kez seviştiğini ama aslında hiç dokunmadığını söylemişti. Dokunmadan sevişmek. Günlerce bunu düşünmüştüm. Gözlerini kapamadan uyumak, eline kalem almadan yazmayı başarmak, çeşmeyi daha açmadan su içmek gibi bir şeydi bu. Tanıştıktan 6 ay sonra, yağmurlu bir sonbahar günü, evine davet etmişti beni. Ve ben daha önce hiç sevişmemiştim. Saatlerce yan yana oturup denizi izlemiştik tahta kanatlı pencereden. Martılar denizin üstünde deli gibi dolaşıyor, balıkçı tekneleri yağmura direnmeye çalışıyordu. Yağmur damlaları cama vurdukça, içimde büyüyen bir sesi duymuştum. Damlalar camdan aşağı süzülmüş, derken başka başka damlalarla birleşerek, camın üzerinden akan bir nehre dönüşmüştü. Bir an o nehrin odaya sızdığını ve bizi de içine aldığını hayal etmiştim. Odun sobasından gelen çıtırtılar, ormanda yürürken üstüne bastığımız kurumuş dallara benziyordu. Etrafta ıslak tütün kokusu, duvarlarda yalnızlığın koyulttuğu sarı badanalar.

Saatlerce, hiç konuşmadan durmuştuk öyle. Ara sıra dudaklarına baktığımda, yavaşça açılan bir kapının varlığını sezmiştim. Yanımdaki ahşap sandalyeye oturmuş, tiril tiril elbisesinin üstündeki güller, renklerini odaya vermişti. Göğüs uçlarını fark etmiştim sonra. Elbisesini hafif kabartmış, aralarındaki boşluktan tekneler geçmişti. Benimse yüzümde sivilceler, dudaklarım; ilkokula yeni başlamış bir çocuk gibi heyecanlı.

Önce elleri değmişti dudaklarıma. Ağzımın etrafında dolaşmış, sanki bir gergefe bir iğde dalı işler gibi gezinmişti çukurlarımda. O bana dokundukça, sular altında kalmış bir şehre dönüşmüştüm. Sonra nefesini duymuştum yüzümde. Sudan yeni çıkmış bir yosun gibi kokuyordu. Dudaklarında balık pulları, ellerinde derisini kaldırıp atmış bir kirpi.

İlk önce ellerini tanımıştım onun. “Eller, en çok daha önce dokunmadıkları bir şeye dokunduklarında anlam kazanır” demişti. Usulca kaldırıp elimi sırtına dokunmuştum. Sonra da kulağına eğilip; “Artık benim ellerimin de bir anlamı var” demiştim. “Seninle sevişmeliyim” diye devam etmişti. “Hayır” demiştim, “Ben sadece dokunmak istiyorum sana.”

Beni bileğimden öptü. Üç defa. Aradan 17 yıl geçti, hâlâ ilk önce bileklerimden başlıyoruz sevişmeye. O bana her dokunduğunda, tanımadığı bir ormana gelmiş yabancı bir ağaç gibi oluyorum. Biraz sonra çıkacak yangını da biliyorum üstelik. Bildiğim bir şey daha var ama; bazı ağaçlar ateş bağımlısıdır. Alevlerin dili dolaştıkça gövdelerinde, onlar da başka gövdelere dolanırlar.

Beni bileğimden öptü. Onunla ne zaman sevişsem, ilkokula yeni başlayan bir çocuk oldum. Her defasında yeniden öğrendim harfleri onun gövdesinde. Harflerden sözcüklere, sözcüklerden cümlelere, cümlelerden sayfalara ulaştım. Binlerce sayfam var şimdi.

Beni bileğimden öptü. Bileğimden öldüm.



Aşkî


                                            Edward Steichen Princess Nathalie Paley, 1934 

11 Ekim 2012 Perşembe

POSTA

 

Nejat, Masada oturuyor, son karalamaları, o yüzden seviyorum daktiloda dans eden ellerini, sen bize binemeyeceğimiz otobüslerden yer ayırtıyorsun sevgili. Bitti, deyip tek bacaklı sandalyende dik durup son bir sigara alevliyorsun, yerdeki ahşaplar çıkacak olan yangının kılıfını hazırlıyor. Uzak bir yoldan gelmiş kilometrelerce yürümüş kelimelerce koşmuşsun gibi öyle nefes nefese duruyorsun. Önceden okumuş olmasam yazdıklarını neden yoruldun böyle derim. İntikam alır gibi okurdum yazdıklarını kanardı kelimelerin. Bir sonraki satırı öyle özlerdim ki masanın başına geri gelip dünyadan kopmanı beklerdim. Sen cümleleri seviştiren adam, hep ağlamakta buldun çareyi. Romanların gibi kesik kesik göz yaşların. Bıyıkların sararmış sigaradan, birileri kitabını okurken seninle alakalı bir düşü olacak mı? Sen hak ediyorsun hatırlanmayı diye düşünüyorum yıllardır. Ve o an geliyor son cümlenin noktasını koyup masadan kalkıyor kutuluyorsun sayfalar süren romanını, senin için, masanın yanına bıraktığım kasaptan çaldığım yağlı kağıtla değil de, gündemdeki en ucuz gazete haberiyle kaplamayı tercih ediyorsun kutuyu. Yatağını düzeltiyor, masayı sonra, daktiloyu, izmaritleri çöpe, çöpü kapıya bırakıyorsun, ayakkabılarını giyip yolun karşısındaki büyük posta kutusuna atıyorsun içinde romanın olan kutuyu. Ardından gidiyorum, atılır mı o diye iç geçiriyorum, alıyorum eve geliyorum, uyuyorsun, romanı bitirmek sana yaramadı bak hemen yorgun düştün, bir önceki kabul edilmeyen romanın gibi bunun da son cümlesi aynı, “benim gözlerimden yaşamı okumanız için…” bu roman sen olmadan basılmaz ki; sen sen olmadıktan sonra sen böyle bunalıma girdikten sonra, derken masanın üzerinde duran törpüyü alıp seni yaşatmak için gözüne saplıyorum çığlık çığlığayız odayı boydan boya turluyoruz, sonra mutfağa koşuyoruz ocakta demlik unutmuşum da sen altını söndürmeye koşuyormuşsun gibi, bıçağı kapıyorsun ve yel değirmenlerine saldırıyorsun son kişot. Bıçağı elinden kapıp bana ithafını yerine getiriyorum, ne demiştin romanın sonunda; “benim gözümle okuman için…”

Ellerimde kandan başka şeyler var gözüken, ürkek miras yedi bir güvercin edasıyla, boğazının en işlek damarına kaykılan bıçakta yollarımız kesişiyor ansızın, uzun uzun yürüyoruz can sıkıntısından acından, biraz sessizlik istiyorum senden, yumruklarını sıkıyorsun ateşten, son bir cümlen daha olmalı diye düşünüyorum. Söylenmemiş bir motif, ben işliyorum öfkemle. Mavi kristal birer boncuk ellerimde, tespih taşları yerine yaraşır belki de. Sıyrılmışlığın zamanından bir çift gölge, hayır, emanet alıyorum merak etme, başka bir gözle görmeğe başlayınca, avucumun içine bile sığmayan gözlerin, şimdi gör ki ona romanını anlatayım. Mutfakta yerden kalkıyorum, Müzeyyen Senar, taş plaktan söylüyor kaşlar kara gözler kara, kutunun içine emanetini yerleştiriyorum bir çift cam bakış… Son bir satır ekliyorum bitmiş cümlene… “hasretle gözlerinden öpen karın…”

Kutuyu postalamak için yolun karşı tarafına yürümeye koyuluyorum.



“göz gamın ne olduğunu bilseydi,

Gökyüzü bu ayrılığı çekseydi,

Padişah bu acıyı duysaydı,

Göz gece gündüz demez, ağlardı”*

*mevlana

ŞemsAzure

                                                                     ŞemsAzure


9 Ekim 2012 Salı

ALÇAKGÖNÜLLÜ BİR ÖFKE



     O malum farkındalık oluştuğundan bu yana, ilk kez; daha önce fark etmediğim bir şeyi görür gibiyim bugün. bu – belki küçük, belki önemli –algılayış nedenini kavrayamadığım bir biçimde hüzünlendiriyor beni. aramızdaki fark!

     O büyük ve derin ve tehlikeli ve acımasız ve korkunç ve çılgınca güzel ve titreten ve ürperten ve gülümseten ve uykuları bölen ve hüzünlendiren ve düşündüren ve vazgeçirten ve kaçma isteği doğuran ve çığlıkları bastırmayı her geçen gün zorlaştıran ve öldürmeyen ve süründüren ve neşe veren ve ve ve ve ve…..

     Aramızdaki fark! benim sözcüklere düşkünlüğüm, senin onlardan marazi bir biçimde korkuyor oluşun. bu şey.. evet, bu şey marazi… marazi ama hayati de aynı zamanda. hayati olan sensin belki, belki marazi benimdir ama tersi de mümkün sanki. konudan uzaklaşmak, etrafında dolanıp durmak bulaşıcı demek ki. öyle olmalı… aksi halde, benim gibi kendini doğru biçimde ifade edebilmeye takıntılı bir insanın yapacağı şeyler değil bunlar.

     Yorulmaya başladım sanırım. sanırım değil, sanırım değil. yoruldum. zemin kaygan. her şey sürekli marjinal iki nokta arasında gidip geliyor. baş dönmesi,  göz kararması. sağlam bir zemine dayanmayan direkler gibi alınan kararlar. küçük bir sarsıntıyla yıkılıyor; kafama…kafama..kafama..kafam. aklım. zavallı aklım, almıyor olan biteni. donup kalıyor saçmanın güçlülüğü karşısında. sezar’ın hakkı sana şimdi. sen sağlam görünüyorsun. ya  sağlamsın sahiden ya da sağlam olmamak için bir nedenin yok gerçekte. gerçekte? gerçeklik, realite, hakikat ???

     Belki de, belki değil..belki değil..bu..bu şey işte..zihinsel bir yanılsama. söz konusu zihin sana ait değil elbet! aslında (bak yine!) sen durumdan bi haber kendi halinde, işindegücündegücündeişinde zararsız bir varlık olarak yaşamaktasın. arada bir seni yoklayan o cılız sezgiyi saymazsak; tamamen masumsun…. H A Y I R !

      Kimse masum değil. sen masumiyetini yitirenlerin önde gidenisin. sen kurtsun, bense kurt postuna bürünmüş kuzu! oldu mu?


      Tamam…tamam…tamam. sinirlenmek yok… fevri olmak yok…keskin sirke falan filan…rol yap ...  oyna…rol…oyun…yalancıyalancısanakimseinanmazyalancıyalancısanakimseinanmaz!

Melun Renk


“Beni Seine Nehri’ne götür, küçük balıklara dönüşene ve birbirimizi yeniden tanıyana kadar bakalım sularına. ” Ingeborg Bachmann’dan, Paul Celan’a Edouard Boubat Portugal, 1956 

5 Ekim 2012 Cuma

DOLUNAYIN SON GÜNÜ





yazın son günleriydi. metal köprülerden geçmiştik. karabiberlerin
altından, kurumaya yüz tutmuş bir suyun kıyısından. sen bir
ağaca dokunmuştun, benim içimde yer değiştirmişti taşlar. ayağım
arsız bir ot gibi dolanmıştı bacaklarına.

kıyıda ekmekle balık tutan adamlar vardı.

sana ‘bu şehirde neden zeytin ağacı yok?’ diye sormuştum ya,
yüzüne bakar bakmaz anlamıştım aslında yanıldığımı. tepemizde
otları kavuran bir güneş, ‘kalbin’ demiştim, ‘sığındığım tek
gölgelik’.

görmüştüm, sen yürüdükçe renk değiştiriyordu taşlar. ağaçlar
üstüme üstüme geliyordu ikide bir. az ötede suskun bir lunapark,
kocamış bir sessizliği işliyordu gövdemize. en çok ismini
bilmediğimiz ağaçlardan tanıyorduk birbirimizi ve ben yüzünü
izliyordum alnımdan boynuma akan sıcak terde.

tökezleyen bir fayton gibi sallanmıştı kalbim.

yazın son günleriydi. seni yanındayken bile ne kadar özlediğimi
anlatacaktım sana. lacivert bir örtü kadar karamsardı gece.

suskunluk atları geçti aramızdan. aramızdan kendi peşinde koşan
bir sabahın hayaleti. nasılsa aynı sularda karışacağını bilen iki dere
gibi, birbirimize hiç dokunmadan döküldük denize.

Kahverengi

                                                                    Gilbert Garcin