29 Şubat 2012 Çarşamba

KUZEYKOYU



“kendimle işaretliyorum yanı, yöreyi - bir aşağı bir yukarı, bir yukarı bir aşağı, sağ sol, sağ sol.
Yönlerin bulanıklığında bir sorumluluk bu! Uluma geri tepiliyor böylece, bana doğru gelene
karşı! ”

____Nilgün Marmara




Kuzeyin en koyusunda duruyordu
en kumral sahiliğiyle
bakımsız kuşlardan,
ipsiz sapsız uçurtmalardan
bulutlu bulutsuz ayyaşlardan
ve ayyuka çıkmış sus’lardan bahsediyordu yer yer

Öyle güzel ıslanıyor
öyle güzel ıslanıyordu ki yılın ilk yağmurunda
kusursuz bir üşümeyi
yerli yersiz bir gülüşmeye büründürebilirmiş
gibi geliyordu

yedi adımda bir kaçmaya yelteniyordu
kendinden
ya da bize öyle geliyordu
"Yerli yerinde her şey "diyordu,"hep hiç… "
yalnız gölgesi duyuyordu

Marmara’nın en doğusunda saptıyordu bunları
en kuğulu ezgisiyle …

Akua

                                                                        Modigliani

20 Şubat 2012 Pazartesi

SEN, BEN, O VE ÜÇRENK SANAT (ÜçRenk Kırmızı Söyleşi)





     Uzun zamandır yapmak istediğim şeyi sonunda başardım canlarım. Üç Renk ailesinin çok tatlı (öyleyim, itiraf edin) ve küçük bir üyesi olarak, yol göstericim ve koruyucu meleğim olan Üç Renk Kırmızı ile çok güzel bir röportaj gerçekleştirdim. Konuştuklarımız belki bilinenlerdi, belki de bilinmeyenler ama okuyanların bizimle ilgili biraz daha bilgi sahibi olacaklarını, bizleri daha yakından tanıma fırsatı bulacaklarını ve bizi bir nebze de olsa anlayacaklarına inanıyorum. İşte, Kırmızıyla birlikte Üç Renk’e dair ne varsa.

Ekru: Merhaba Kırmızı nasılsın?

Kırmızı:
Kırmızıyım. Sen nasılsın?

Ekru:
Ben de senden esinlenerek cevap vereyim o zaman: “Kirli bir beyazım’’  (Gülüyoruz)
Sorularıma geçmeden önce, beni kırmayıp röportaj teklifimi kabul etti
ğin için çok teşekkür ederim.

Kırmızı:
Ne demek, benim için bir zevk.

Ekru:
O zaman ba
şlayalım. Bildiğim kadarıyla Üç Renk’i; Mavi, Beyaz ve Kırmızı olmak üzere üç kişi kurdunuz. Bu fikir ne zaman ve nasıl doğdu?


Kırmızı:  Üç Renk aslında çok da planlanmış bir şey değildi. Arkadaşlarla aramızda konuşurken, özellikle edebiyat dünyasında bazı isimlerin birer erke dönüşğü, işte bu erklerin kötü yazsalar da, , o kötü yazıları isimlerinin arkasına saklayarak, yine bir şey olmaya devam ettikleri gündeme geldi. “Acaba insanlar, kim olduklarını beyan etmeden yazsalardı, nasıl yazarlardı?’’ sorusuyla başladı her şey diyebiliriz. Ve ardından‘Üç Renk’ fikri doğdu. Üç Renk’in kuruluş felsefesi, insanların egolarından sıyrılarak, sadece ürüne dönük bir çaba içerisinde üretimde bulunmalarını gerektiriyor.. Başladık ve gün geçtikçe çoğalıyoruz… Yaklaşık iki yıldır bu felsefeyle yayın yapan Üç Renk, bizim de beklemediğimiz ölçüde zenginleşerek yazmaya, üretmeye devam ediyor.

Ekru:
Belki birçok sanatsal grup, bir manifestoyla çıkıyor insanların kar
şısına ama sizinki; alışılagelmişin dışında ve ne ismi kabul ediyor, ne de egoyu. Bildiriniz son halini alıncaya değin çok fazla değişiklik gösterdi mi?

Kırmızı:
Çok değişmedi. Çünkü hani o başlangıçta yaptığımız tartışmaların, Üç Renk daha doğmadan önceki konuşmaların temelini, egolardan ve isimlerden sıyrılmanın nasıl bir sanat üretimi yaratacağının merakı oluşturuyordu. Bu merak nasıl ki kendiliğinden çıktıysa, bildiri de kendiliğinden çıktı ve o günden bugüne de çok değişmedi, daha doğrusu çok değişmedi değil, hiç değişmedi. Hala aynı şeyleri söylüyoruz. Egolarınızdan kurtulun ve sadece üretin.

Ekru: Bilinenlerinin yanında bilinmeyenlerinin de çok oldu
ğu bir topluluk Üç Renk. Özellikle yayımladığınız manifestoyla kazandığı sıra dışılık, bu oluşumu daha çekici bir hale getirdi mi sizce?

Kırmızı:
Hem getirdi, hem de getirmedi.  Yaptığımız işin doğru olduğunu düşünen insanlar bize eserleriyle ve birer renk olmayı kabul ederek destek verdiler. Pek çok kişi de şüpheyle yaklaştı Üç Renk’e ve oluşumdan uzak durdu. Çünkü şey (burada doğru sözcükleri seçebilmek için biraz düşünüyor) diye düşündüler: “Ben bu eseri daha sonra ismimle kullanmalıyım, kullanabilirim. Niye buraya vereyim ki?’’ Bir kısmı da şöyle yaptı: Başlangıçta bu oluşuma inandılar, bir takım eserlerini yolladılar, ardından zaman içerisinde isimleriyle yayınladıkları eserleriyle, bize yolladıkları eserler arasında fark olduğunu görmeye başladık. Burada da yine egoları ortadan kaldırmanın çok da kolay olmadığını görüp o eser sahipleriyle aramızda belli bir mesafe koyduk. Bazıları da kendiliğinden gitti. Yine de kalsınlar-gitsinler; bize eserleriyle destek olan herkes, nazarımızda çok değerli, çok ama çok önemlidir. Bununla birlikte; bir renk olmayı kabul etmiş, önemli isimler de var aramızda. Yani eserini kendi imzasıyla insanlara sunsa, daha çok kişi tarafından okunacak, adının verdiği güçle daha çok beğeniyi ,kolaylıkla alabilecek kimi dostlarımız, bu avantajlarını görmezden gelerek bizden desteklerini esirgemediler. Bu tavrın da çok önemli olduğunu düşünüyorum, düşünüyoruz.

Ekru:
Peki, bu toplulu
ğun kısa bir süre içerisinde büyümesini, bir anlamda var olduğunu kabul ettiğiniz bu çekiciliğe bağlamak mümkün mü?

Kırmızı:
 Bir taraftan şöyle bir çekicilik var elbette: Kim olduğunuzun bilinmediği bir alanda, söyleyeceklerinizi söylemek daha kolay. Belki de altına imzanızı attığınız bir metinde söyleyemeyeceğiniz birçok şeyi, kim olduğunuzun bilinmediği bir metinde rahatlıkla söyleyebiliyorsunuz. Ben çekiciliğin ve büyümenin, buradan kaynaklandığını düşünüyorum.

Ekru :
Mavi’yle ve Beyaz’la olan arkada
şğını çok merak etsem de asıl sorum, grup kurulduktan bir süre sonra Beyaz’ın, neden işin içinden çekildiği?

Kırmızı:
Beyaz’ın bir takım özel sorunları vardı. Yaşantısında o dönem yolunda gitmeyen, toparlaması gereken bazı özel durumlar söz konusuydu. Onları düzenlemek üzere aramızdan ayrıldı.

Ekru :
Üç Renk’in yıldızının Beyaz’la bir türlü barı
şmadığını düşünüyorum çünkü Beyaz,  ikinci sefer gelip gitti. Bu kez ne oldu?

Kırmızı:
(Gülüyor) Bunlar çok özel, Üç Renk yönetimindeki ki
şilerin arasında kalması gereken meseleler aslında. Dile getirmeyi istemediğim meseleler. Bazen her ne kadar dışarıya karşı egosuzmuş gibi davransanız da kendi içinizde egonuzu ortadan kaldıramadığınız zamanlar oluyor.  Dolayısıyla galiba o süreçte yani ikinci süreçte, Beyaz’ın ikinci gelişinde hiçbirimiz bunu başaramadık. Yani nasıl ifade edeyim bunu, (biraz duraklıyor), egodan ziyade fikirlerimiz uyuşmadı. Fikirlerimizin uyuşmadığı noktada çatışmanın çok büyüyeceğini fark edince Beyaz, kendi isteğiyle gitti.

Ekru:
Beyaz’ın haricinde gidenler de oldu Üç Renk’ten. Mesela benim ‘Urmiye Mavisi’nin gidi
şini fark etmem, biraz zamanımı almıştı. O neden gitti peki?

Kırmızı:
Urmiye Mavisi, kendisi talep etti eserlerinin üç renkten kaldırılmasını ve biz de çok fazla sorgulamadık. Gelene “neden geldin” demediğimiz gibi, gidene de “neden gidiyorsun” demiyoruz.

Ekru:
Belki daha fark edilmemi
ştir. Sessizce giden başka renkler de oldu mu peki?

Kırmızı: Hayır, ( emin olmak için birkaç saniye dü
şünüyor)olmadı bildiğim kadarıyla.

Ekru:
Herkesin çok merak etti
ğine emin olduğum bir soruyla devam etmek istiyorum: Kimdir bu “patron”? Nedir Üç Renk’teki yeri? Neler söyleyebilirsin? (Gülüyoruz)

Kırmızı:
Patron bizim ulvi ki
şiliğimiz. Onun bir sır olarak kalmaya devam etmesi gerekiyor bence. O yüzden çok fazla bir şey söyleyemeyeceğim.

Ekru:
En azından
şansımı denedim. (Gülüyoruz)
Yayınlanacak eserlere kimler karar veriyor Üç Renk’te? Yayın  kurulunda sadece sen, Mavi ve Patron mu varsınız?

Kırmızı:
 Evet. O noktada çok profesyonel davrandığımızı söyleyemem. Gelen metinlere, şiirlere, evimize gelmiş bir konuğa yaklaşır gibi özenle yaklaşıyoruz. İnsan zihninin, en güzel yaratımlarından biri ya da birkaçı olduğuna inandığımız şiirlere, öykülere büyük bir saygı ile yaklaşıyoruz okurken. Belki doğru, belki değil. Bunun bizi kalender okurlar yaptığını düşünüyorum. Metne olabildiğince beğenmeye hazır bakıyoruz. Bunu hepimiz adına büyük bir rahatlıkla söyleyebilirim.

Ekru:
Peki, geni
şletmeyi düşünmüyor musunuz kurulu?

Kırmızı:
 Evet, genişletmeyi düşünüyoruz. Aslında benim kişisel olarak çok istediğim bir şey bu. Yani çok daha fazla sayıda insanın söz sahibi olması, hatta sadece hangi ürünün yayımlanacağı konusunda değil, ürünler yayımlandıktan sonra, diğer renklerin eleştirileriyle Üç Renk’te yayımlanmış olan bir ürünü ve ürün sahibini zenginleştireceği bir platform yaratmak aslında hedefimiz. Kişisel olarak çok istiyorum bunu. Ama henüz koşullar oluşmuş, oluşabilmiş değil. Gerçi süreç aynı şekilde devam ederse ki her şey büyük ve güzel bir uyum içinde hiçbir sorun yaşanmadan ilerliyor, kısa bir zamanda istediğimiz koşulların oluşacağına inanıyorum. Yönetimdeki, yönetim demek çok da doğru olmaz belki ama bu oluşumda, aktif olarak görev alanların sayısının artması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü her zaman farklı bakış açılarının zenginlik getireceğini düşünürüm. Başka fikirlerim de var ama bunları hayata geçirebilmeye hayatın kendisi henüz izin vermiyor.

Ekru:
Üç Renk’e sürekli yeni eserler geliyor. Kabul a
şamasında aradığınız belli başlı bir özellik, gözettiğiniz bir ölçüt var mı?

Kırmızı:
Üç Renk’e gelen eserlerden geri çevirdiğimiz çok az sayıda eser oldu. Bir kere kendi adıma, içtenliğe çok önem verdiğimi söyleyebilirim. Sonrasında dilin kullanımına, içinde özgün bir şeyler barındırıp, barındırmadığına bakıyoruz. Üzülerek reddettiğimiz ve yayımlamadığımız ürünlere bakıldığında ise, orada sanırım kişisel okuyucu zevkleri devreye giriyor. Normalde başka bir dergide ya da kitapta gördüğümüzde “Bunun burada ne işi var?’’ diyebileceğimiz türdeki şeylere, ben onay vermiyorum. Diğer arkadaşlarım da benzer şekilde davranıyorlar ama dediğim gibi, bu çok azdır. Gelenler arasında yayımlanmamış çok az eser vardır. Mesela benimde gönderdiğim, verdiğim ama Patron’dan geçemediği için yayımlanmamış olan ürünler de var.

Ekru :
Üç Renk’te yayın yapılaca
ğı haberi, Facebook üzerinden duyuruluyor ve insanlar, bu duyurunun ardından bloğa gelip yayımlanan eseri okuyarak, eleştiri ve yorumlarını gerçekleştirmek üzere, yeniden Facebook’a dönmek zorunda kalıyorlar. Hem daha çok yorum alabilmek, hem de Facebook zorunluluğunu ortadan kaldırmak için, bloğa yorum bölümü açmayı düşünmüyor musunuz?

Kırmızı:  Bunu dü
şünüyoruz, tartışmaya da aldık ama orası bir foruma, eser üzerinden giden bir foruma dönüşsün istemiyoruz. Bunu engelleyebilmenin yollarını henüz bulamadık. Belki farklı bir şekilde, başka bir eleştiri bloğu açıp, yayınlanmış her eseri, insanların rahatça eleştirebileceği ama her eleştirinin yine yayıncının kontrolünden geçip saçma sapan bir takım şeylerin oluşmasını engelleyecek bir standardın oluşturulması gerekiyor,  ama bu bir zaman sorunu. Hepimizin bir hayatı var, bunu yapabilmek için daha çok zamana ihtiyaç var. Bu yüzden şu an için mümkün görünmüyor.

Ekru :
Ele
ştirilerin tümünün, Facebook’daki bağlantının yorum kısmına yazıldığını düşünmüyorum. Sizinle özel olarak iletişime geçip, eleştirilerini ileten kimseler oluyor mu?

Kırmızı:
Şu ana kadar eserlerin yollandığı e-posta adresine hiç kimse, bir eleştiri mektubu geçmedi aslında. Senin de söylediğin gibi çoğu kişi, Facebook üzerinden, patronun sayfasında yapıyor yorumlarını. Bazı kişiler ise eleştirilerini özel mesajla gönderiyor. Biz de olabildiğince saygılı bir dille teşekkür ediyoruz. Eğer gerçekten gözümüzden kaçan yazım ve mantık hataları varsa, sağ olsun dostlar hemen haber veriyorlar ve onları düzeltiyoruz; ama genellikle, farkındasındır sen de, yayınlanan eserleri eleştiren kişiler hep aynı insanlar. Dolayısıyla bir kitle var Üç Renk’in etrafında toplanmış, kendisini orada ifade ettiğini düşünen ve o kitle üzerinden dönüyor birçok eleştiri. Bunu ve o kitleyi genişletmek için başka şeyler yapılabilir elbette; ama ben, her zaman “nerde çokluk orada…”  ıııııı… (küçük, şen bir kahkaha attıktan sonra devam ediyoruz) deyişini benimsediğim için, çok da ondan yana değilim. Bu halinden, şu gidişatından memnunum.

Ekru:
Sizegönderilmi
ş  ilginç mesajlardan aklında kalan var mı hiç peki?

Kırmızı:
-Aaaa mesela dün, Üç Renk Mavi’ye bir mesaj gelmi
ş. Bana anlattı. İşte okurlarımızdan biri “merhaba” diye seslenmiş. Mavi de “merhaba” diyerek yanıtlamış. Onun üzerine okur; “Ben bu filmi anlamadım! ”demiş. (gülüyoruz ve ben kahkaha atmamak için kendimi zor tutuyorum.)  Mavi de “Ben film değilim.’’ diye yanıtlamak istemiş ama işi laubali hale getirmemek için sessiz kalmış. (Mavi böyledir işte; kimseyi kırmaz, kıramaz. Mavi’nin yerinde ben olsaydım, adamcağıza bir güzel anlatırdım misal, o filmi.) Bu tarz mesajlar geliyor işte, zaman zaman. Genellikle Mavi’nin yüzünü daha yumuşak buluyorlar sanırım, çoğunluk ona yolluyor mesajlarını. Ben daha sert tepkiler verdiğim için, fazla sayıda mesaj gelmiyor. Artık.


Ekru :Şu aşamadan sonra Üç Renk’le ilgili yapmak istediğiniz ilk şey nedir? Hedefinizde ne var?

Kırmızı:  Üç Renk’in blo
ğunda yayınlanmış tüm ürünleri, basılı bir eser haline getirmek var planlarımızda. Bir seçki gibi düşünülebilir bu. En azından renkler için güzel bir hatıra olur. Öncelikli hedefimiz bu yani. Tabii bu sayede daha fazla insana ulaşmak bizim açımızdan, artı bir güzellik olur. Bu hedefi gerçekleştirdikten sonra da durumumuza bakıp ona göre tekrar yeni hedefler belirleyebiliriz ya da önceden belirlediklerimizi hayata geçirmek için çalışabiliriz.

Ekru:
Üç Renk’e
şöyle bir baktığınızda ne düşünüyorsunuz? Aklınızdakini gerçekleştirdiğinize inanıp,  evet istediğimiz buydu başardık, diyebiliyor muzunuz?

Kırmızı:
  Aklımızdaki tüm dü
şüncelerin, hayata geçmiş olduğunu söylemek hayalci bir tutum olur. O kadar değil; ama hani yaptıklarımıza şöyle bir baktığım zaman, bence edebiyata yeni isimler de (gülerek eliyle beni işaret ediyor) kazandırdık. Bir gün onlar kendi isimleriyle de ürün verecekler eminim. Gurur duyuyorum yaptığımız işle, çünkü belki de bizler kendi isimlerimizle zaten bir şeydik, kendi isimlerimizi kullanmadan şimdi bambaşka bir şeyiz. Yine takipçilerimiz var, bizi okuyanlar var. Farkındaysan her rengin farklı hayran kitlesi oluşmaya başladı. Kırmızınınkiler başka, mavininkiler başka, diğer bir renginki başka. Bu insanlar, sevdikleri metnin yazarının kim olduğunu bilmeden, ona inanıyorlar. Bu inançlarını da dile getiriyorlar,  bu çok hoş bir şey bence. Bunu becerebilmenin bile büyük bir başarı olduğunu düşünüyorum bizim adımıza. Başka hedeflerimiz vardır, var. Onları zamana yaydık. Gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğimizi bilmiyorum ama zaman içerisinde bir şeyler daha farklı olacakmış gibi geliyor. Üç Renk’ e baktığım zaman, gördüğüm şey hoşuma gidiyor. Bizi takip eden insanların, yeni bir eser yayınlandıktan sonra kendi profillerinde bu eserleri paylaşıp bize destek olmalarının çok önemli olduğunu, Üç Renk’i kendilerinden bildiklerini düşünüyorum. Bloğun ziyaretçi sayısı da oldukça iyi. Kurulduğu günden bu yana kırk bini aşan bir ziyaret oranı var neredeyse. Ayrıca yine ziyaret istatistiklerine baktığımız zaman sadece yeni ürünlerin değil, önceden yayımlanmış ürünlerin de tekrar tekrar okunduğunu görmek bizi mutlu ediyor.  Bazı metinlerin insanların hafızalarına yer ettiğini, o insanların bu metinleri zaman zaman tekrar açıp okuma ihtiyacı duyduklarını bilmek çok güzel bir duygu. Bütün bunlar az şeyler değil. Böyle bakınca bizim Patron’a, Üç Renk’e; güzel, hoş görünüyor gözüme. Ayrıca belirtmeden geçemeyeceğim, Patron’dan çok hoşlanıyorum. ( Gülüşmeler var burada. Yine. )

Ekru:
İnsanların Üç Renk’i merak ettiğini bildiğimiz gibi, orda yazan renkleri de merak ettiklerini biliyoruz. Hiç tahmin listesi geldi mi size şu şudur diye?


Kırmızı:
 Evet. Kesinlikle merak ediyorlar ve “bu budur,
şu şudur,” diyorlar. Bazılarımızı tahmin ettiklerini düşünüyorlar ve bunu ima ediyorlar ama biz ,bu tahminleri hiçbir zaman kabul etmiyoruz. Yani tahmin ettikleri kişi bizsek bile; “Evet, o benim’’ demiyoruz. Örneğin bana sorduklarında da “Kesinlikle söyleyemem. Patron canıma okur!’’ diye cevap veriyorum. (Gülüyoruz)

Ekru:  
Sanırım insanların en çok merak etti
ği şeylerden biri de renklerin cinsiyeti. Renk kavramıyla birlikte cinsiyet kavramı da ortadan kalkıyor çünkü. “Hangi renk kadındır, hangi renk erkektir?” sorusu eminim ki, belli bir süre meşgul etmiştir akılları.

Kırmızı:
 Bence iyi bir okur, metinden anlayabilir; kim, nedir diye çünkü bir kadın dili var, bir erkek dili var. Olmaması gerekiyor ama var. Dolayısıyla iyi bir okurun bunu zaten anlayaca
ğını, çok daha iyi bir okurun ise bu cinsiyet meselesini kurcalama gereği duymayacağını düşünüyorum. Hem şart mıdır yani, bunu bilmek? Anlamsız bir merak bence bu… Merak eden, etmesin yani.


Ekru:
Bir ara bir okur, yayınlanan bir ürün sonrasında, ‘’Blogda kadın hâkimiyeti var.’’ Ele
ştirisinde bulunmuştu. Bu konuda ne söyleyebilirsin?

Kırmızı:
 Bununla ilgili o zaman bir cevap yazmı
ştım. Hatırlamıyorum şimdi tam olarak nasıldı. Aslında sertçe bir cevaptı, bazen öfkeyle cevaplar verebiliyorum. İsmimiz olmadığı gibi, cinsiyetimiz de yok bizim. İsmimizin bir önemi olmadığı gibi, cinsiyetimizin de bir önemi yok. Yani metinle aşk yapmayacaksınız, okuyacaksınız onu. Dolayısıyla metni yazanın erkek mi yoksa bir kadın mı olduğunun bir önem taşımadığını düşünüyorum. Bunun önem taşıdığını düşünenler varsa, bizi okumasınlar diyorum.

Ekru:
Sen böyle bir
şeyin, çok taraftarı olmadığını belirttin zaten ama yine de Üç Renk’i, o söylediğimiz belli bir kitlenin dışına çıkarmak için yapmayı düşünebileceğiniz şeyler var mı?

Kırmızı:
Dediğim gibi, benim böyle bir niyetim yok. Patron, Twitter hesabı açmış ve yayınları oradan duyurmaya başladı. Bu da okur kitlesini arttıracaktır, diye düşünüyorum. Bahsettiğim gibi, eserleri basılı bir hale getirmek de etkili olabilir bu süreçte. Gerçi çok da derdim değil bu açıkçası. Hani geniş kitlelere ulaşalım da herkes Üç Renk’i okusun, bilsin gibi bir derdim yok . Şu gerçeği de kabul etmek gerekiyor: Bu ülkede zaten okuyan insan sayısı hayli az. Bu ülkede kitap okuyan insan sayısı az olduğu gibi, internet siteleri üzerinden kendini arz eden edebiyatı takip edenlerin sayısı daha da az. Hangi edebiyat sitesini ziyaret etseniz, hep aynı isimleri görüyorsunuz. Dolayısıyla böyle bir ortamda geniş kitlelere yayılma düşü kurmanın da manası olmadığını düşünüyorum. Ben; az olsun, temiz olsun, bizim olsun mantığındayım. Diğer arkadaşlar farklı şeyler düşünüyor olabilirler ama ben böyle düşünüyorum.

Ekru :
Biraz da senden bahsedelim istiyorum. Sen neden kırmızısın? (Gülüyoruz)

Kırmızı:
 
Şimdi zaten üç seçeneğimiz vardı tercih aşamasında. Üç Renk adı, bizim Maviş’in ( Maviş dememe kızıyor aslında ya, güzel kızdığından dayanamıyorum) fikriydi. Hoşumuza gitti, tamam dedik: ‘Üç Renk’ olsun. Ben seçmedim kırmızıyı, Mavi ve Beyaz gelip bana “Sen Kırmızısın.’’ dediler. Herhalde bende kırmızıya ilişkin bir şeyler gördüler. Benim de hoşuma gitti tabii kırmızı olmak.

Ekru :
Kırmızı’yı sadece bir renk olarak dü
şünmezsek eğer, onu yorumladığın zaman, kendinle, kişiliğinle onun arasında nasıl benzerlikler buluyorsun?

Kırmızı:
 Kırmızıyla benim ruhum çok örtü
şüyor. Şöyle düşünüyorum: Kırmızı kendisini somut olarak çok fazla gösteren bir renk ama hani kendi içinde birçok duyguyu da taşıyan bir renk olduğundan çok da göründüğünden ibaret değil, fazlasını taşıyor içinde. Günlük hayatımda çok fazla göze batmamaya çalışsam da bunu pek başaramıyorum sanırım. Dışarıdan aldığım tepkilerle böyle düşünmeye başladım. Kırmızıyı kişiliğimden çok yazıma benzetmeye meyilliysem de ikisi pek birbirinden ayrılmıyor gibi. Yazma tarzım, sözcükleri kullanışım, hince bir şeyler de içeriyor bence. Muzurluk da var; ama bir taraftan duygu da var. Birçok insan yazılarımın zekâ da barındırdığını söylüyor. Bütün bunların bir araya gelişi, Kırmızı’yı çok güzel anlatıyormuş gibi geliyor bana.
Mesela Mavi’nin, Facebook üzerinden insanlarla olan ileti
şimine baktığınız vakit; daha naif, çok daha sevecen, adab-ı muaşeret kurallarına daha uygun bir tavır sergilediğini gözlemleyebilir ve bu tutumunun, yazılarına da yansıdığını fark edebilirsiniz. İnsanlar Mavi’yle çok kolay iletişim kuruyorlar çünkü yazısı gibi, yumuşacık ve şefkatli. Kırmızı’yla o kadar rahat iletişim kurulamıyor. Kırmızı hemen hırlayıveriyor bazı noktalarda çünkü. Birbirimizi de tanıdığımız için, renk seçiminde ben de maviye “mavi ol” demiştim. Mavi’ye mavi, bana da kırmızı çok yakışıyor.

Ekru :
Bence Kırmızı büyük bir a
şkla yazıyor. Ne zaman başladı bu aşk?

Kırmızı:
  Aslında okuma yazmayı öğrendiğim günden beri, büyük bir okuma aşkı ile doluyum. Yani çocukluğum boyunca tutkuyla istediğim, hep kitaplar olmuştu. Başka çocuklar oyuncak isterken ben hep kitap istiyor ve bir şekilde hep fazladan kitap elde etmenin yolunu da buluyordum. Bir süre sonra o denli çok okuyunca bu, sizde de bir şeylerin birikmesine neden oluyor, yazmaya başlıyorsunuz. Çok uzun zamandır yazıyorum. Geçmişte bir dönem, yazan-çizen insanlarla zaman geçirip, edebiyatçılık oynadığım olmuştu  sonra bire bir ilişkileri gerektiren o ortamdaki yakınlaşmalar çok hoşuma gitmediği için, o ortamı sevmediğime karar verdim ve içime kapandım. Yazmayı seviyorum. Dur, olmadı… Yazmayı seviyor muyum bilmiyorum, sanırım yazmayı sevmekten daha büyük bir şey var ortada benim için.  Yazarken yaşadığım hazzı çok seviyorum, yani yazarken, işte sözcükleri kâğıda peş peşe  sıralamanın büyüsüne kapıldığım anda yaşadıklarımı seviyorum. Bilgisayarda yazmam, mutlaka kâğıt-kalem kullanırım, defterlerim falan var benim… İşte kalemin kâğıt üzerinde çıkardığı o sesin, duyduğum en şahane ses olduğunu düşünüyorum. O sesle hayatı, hayatımı efsunladığıma inanıyorum. Bu bana büyük bir yaşam enerjisi veriyor.

Ekru :
Biliyorum. El yapımı defterler (Gülüyoruz)

Kırmızı:
 Evet, el yapımı defterlerim var. Ve yazarken inanılmaz bir haz hissediyorum. Bu yazmaya ba
şladığım ve bitirdiğim an arasındaki zaman dilimine özel bir şey. Bitirdikten sonra yazdığım şeyleri çoğunlukla hatırlamıyorum, unutuyorum, kafamdan siliyorum resmen. Ama dediğim gibi yazma esnasında yaşadığım o haz, birçok şeye bedeldir. İşte bu yüzden yazmak bende bir çeşit tutku ve aşk.

Ekru:
Peki, Kırmızı günlük ya
şamından beslenerek mi yazar?

Kırmızı:
Yazılarımda günlük ya
şamımdan çok az yararlanıyorum. Daha çok, okurken bir sözcüğe rastlıyorum, mesela bir kitapta ya da izlediğim filmdeki bir oyuncusunun yüz ifadesini görüyorum ve o bana bir şey düşündürüyor. Bir hikâyemi şöyle yazmıştım: Film izliyordum. Sahnede iki kişi konuşuyordu. Ortada bir diyalog vardı yani.  Repliklerden biri beni rahatsız etti,  beğenmedim. Onun yerine şunu söylemeliydi, diye düşündüm ve oturdum o cümleden ya da aklımdaki yanıttan yola çıkan bir hikâye yazdım. Dolayısıyla beni neyin harekete geçireceğini bilmek çok zor. Belli başlı bir şey yok yani anlayacağın.

Ekru:
Peki, Üç Renk okuyucularına, sizi çok severek takip eden okuyucularınıza neler söylemek istersin.

Kırmızı:  Ne desem
şimdi bilemedim (gülüyoruz). Üç Renk oluşumunun çok sık rastlanmayacak bir edebi değer yarattığını ve okuyucularımızın da bu değerin farkında olduklarını düşünüyorum. Her şeyin metalaşğı bu düzende, söz konusu edebiyat olduğunda isimlerin ve buna bağlı olarak şiirin, öykünün metalaşmasından duyduğumuz rahatsızlıkta yalnız olmadığımızın kanıtıdır okuyucu ve yazarlarımızın bize verdiği destek. Üç renk okuru ve yazarını bir bütün olarak düşünecek olursak, bu  bütün farkındadır ki, Üç Renk hiçbir zaman edebi bir metaya dönüşmeyecek. Edebiyat atölyeleri açmayacak örneğin, imza günlerine katılmayacak, sitesine reklam almayacak, şiir ve öykü dinletileri düzenlemeyecek. İçimizden hiç kimse çıkıp, “ ben” diye başlayan cümleler kurmayacak. Üç Renk edebiyatın dayanışmasının naif bir örneğidir ve bu anlamıyla çok önemlidir. Bu dayanışmayı mümkün kılan tüm yazar ve okurlarımıza şükran duyduğumuzu, hem kendi hem de arkadaşlarım adına, söylemek boynumun borcudur.
Ekru: Benim sorularım bu kadardı. Bana ayırdı
ğın bu değerli zaman için tekrar teşekkür ederim Kırımızı.

Kırmızı:  Rica ederim
şekerim, ne demek. (Ve röportajın son gülüşünü de gerçekleştiriyoruz)
  
    
İşte bizim röportajımız böyle keyifli ve eğlenceli geçti. Yer yer ciddileştik, yer yer ise gülüp kahkaha attık. Kırmızı’ya bir kez daha teşekkür etmeyi kendime bir borç bilirim.
Bizi okumaktan ve sevmekten vazgeçmeyin.

‘’Her bir rengin yaptı
ğı, geleceği değiştirecek olan bozulamayacak bir büyü gibiyken, sakın kimse, umudun yokluğ
undan ve karanlıktan dem vurmaya kalkmasın.’’
                                                                                                                    

 EKRU










10 Şubat 2012 Cuma

TENEKE YARA

Büyümeyi reddetmeye sırtımdaki yaralar yüzünden başladım. Büyürsem onların da büyüyeceğini düşünüyordum. Yanılmışım! O yaraların içinde küçüldüm, kayboldum.

Özünde hepimiz bir kadının içinde dert olan sıkıntının büyüyüp anlatılmasından başka bir şey değiliz. Doğuran kadının kendisi de bir sıkıntıdan, bunaltıdan başkası değil zaten. Rahmin içine sinsice girip – aynı kanser illeti gibi- orada büyüyüp dayanılmaz bir hale gelince de tükürülüyoruz. Bir sır vereyim mi? Hepimizin anası sıkıntıdır. Sıkıntı emzirir. Sıkıntı büyütür. Sıkıntı yetiştirir bizi. Bir de utanmadan isim verir bize. Saplantısına isim verecek denli hastalıklı insanlarız. Bunun nedeniyse hedefimizi belirlemektir.

Bir sır daha vereyim; bizler babalarımızın babalarımızdan intikam alma biçimiyiz.


II.

     Odamın kapısı kilitli… Kaçmak mı sığınmak mı amacım bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum. Sadece kapımı kilitlemek istiyorum. Sadece dışarıda olan her şeyi inkâr etmek istiyorum. Kapının altına eski bir kilimi serme nedenim de bu! Sızmasın içeri hiçbir şey! Kendimin hayatı olsun istiyorum. Hatta kendi kendimin hayatı olmak istiyorum. Biliyorum ki tüm sorumluluklarım – haliyle sorumsuzluklarım- kendimden ibaret. Çünkü Tanrı bizi çamurdan değil yalnızlığından yarattı…

     Dışarı çıksam başka insanların anılarının bulaşacağını biliyorum. Birinin mutluluğu kadar beni hasta eden başka bir şey yoktur. Herkes birileri için yaşıyor. Herkes birilerinin herkesi! Bense herkesin hiç kimsesiyim… Buna kendim de dâhilim…

     Kapıyı kilitlemeyi ne zaman akıl ettiğimi bilmiyorum. O kapı benim sınırım. Şuan ona bakıyorum. Sınırın neresinde olduğumun bir önemi yok. Kendi yaptığımın bu hapishanenin tek hücresi var. O da odamdır. O hücreninse tek suçlusu var. O da ben…

     Güneşin battığı anda babamın çıkıp gelmesi onun bendeki karanlığıyla nasıl da örtüşüyor. Sırtımdaki yara kabuk doğuruyor. Bir kabuğun annesiyim. Bu yüzden annemle iyi anlaşıyor olabilir miyim?

     Zilin sesiyle kıpırdamadan yerimde duruşumun bir ismi yok. Buna gerek de yok. Çünkü gelenin “O” olduğunu biliyorum. Harflerle babam, sayılarla sıfır…

     Kapımın camına yansıyan gölgesi bile ürkütüyor beni. Aslında ben babamı dokuz yaşında kaybettim. Şuan gördüğümse o dokuz yaşında beni eline aldığı boruyla döven, tekmeleyen kişiden başkası değil. Onu her görüşüm o ânın tekerrürü… Bir ömür boyu sürecek bu dayağı hak edecek ne yaptım acaba? Tek suçumun onun oğlu olmak olduğunu biliyorum. Bu da beni kendimin piçi olmaya yönlendiriyor

III.

     Yine cümlesiz bir akşam… Tek kelime yok. Televizyon konuşuyor yerimize…

“Bu akşamki konuğumuz odalarımız” diyor sunucu. Seyircilerse evlerinde alkışlıyor. Tüm mahallede alkış sesleri… Herkes aynı programı izliyor anlaşılan. Sürekli içinde bulundukları odayı televizyonda görme merakları neden?

     “Duvarlarınız neden bu kadar ince” diye soruyor sunucu. Odaysa dört bir yandan cevaplıyor:

- Sizi daha iyi sızdırabilmek için!

Mahalleli takdir ediyor. Hatta biri gaza gelip “büyük insan” diyor oda için. Odalarımız bizden daha mı fazla insan? Daha mı fazla yaşıyor bizi? Daha mı fazla mutlu! Kendi odamın en büyük sıkıntısının ben olduğunun bilincindeyim. Çünkü ben odamın büyüyen yarasıyım…

“Tavanlarınız neden bu kadar alçak” diye soruyor sunucu. Oda şöyle bir sunucunun etinin içine bakıyor ve:

- Mezarlarınızı hatırlatmak için…

     Herkes suskun… Bizimkiler evvelden suskun zaten.

     Konuşsunlar istiyorum. Televizyon onları seslendirmesin istiyorum. Bir odanın içindeki iki farklı duvar olmasınlar istiyorum. Duymuyorlar beni. Özellikle “O” hiç duymuyor beni. Çünkü baba olmakla meşgul! İntikam aldığı babasından farklı bir baba görmemiş ki! Bana ödetmesi lazım o suskunluğu!


IV.

     Bir tozum ben. Kir, leke, pas… ne derseniz artık oyum! Sabah olduğumda süpürüleceğim. Kollarım içtiğim sigaraların izmaritlerine, ayaklarım yırtılmış kâğıtların içlerine, gövdem dünden kalma yemeklerin içine, başımsa babamın cüzdanına konulacak. “Bakın bu oğlum” diyecek tırnak içinde. Bakanlarsa “ne kadar da sana benziyor” diyerek çöpleştirecekler beni. Artık hiçbir çöplük kabul etmez beni…

     İnsan yaşadıkça kendi kendinin inkârı oluyor. “Yapma baba” diye her yalvarışım veya “Vurma baba” diye her ağlayışım o çocuğu inkâra yönlendirdi beni.

     O zaman sığındım odama… O zaman vazgeçtim onun oğlu olmaktan. Dişlerimi sıkarak haykırdım dokuz yaşındaki gözyaşlarımla:


- Sen de sırtımdaki bu yaralar gibisin baba. İyileştiklerinde silinip gideceksin!

Kafkarengi

                                                                        Magretti

7 Şubat 2012 Salı

KAYIP



Yokluk mu, yoksa tanıdık olmayan bir yoksunluk mu, beni bilmediğim ve dipsizmiş gibi görünen bu arayışın kucağına bırakan? Üstelik neyi aradığımı bilmeden. Nasıl?



Bakmadığım yer kalmadı; derimi yüzen o yoksunluk hissinden kurtulabilir miyim diye dönmediğim zaman dilimi. Yok, ama yok, yok işte. Ne?



Okumayıp karıştırdığım kitap sayfalarında gözüme takılan bir sözcükle bula yazdığım kaybımın, zihnimin rüzgârlı tepelerinde uçuşarak uzaklaşışını biçare izlerken dişlediğim dudaklarım kanıyor. Nasıl?



Rüyalarımda tutuyorum onu. Rüyalarımda onu, bir yüreği avucun içinde atarken tutar gibi tutuyorum. Avuçlarımın arasından kayıp gidecekmişçesine içim titreyerek tutuyorum. Sımsıkı kapattığım avucuma batan tırnakların acısıyla açıyorum gözlerimi ve aklıma geliyor rezil bir dize: “ Seni hiç tutmadığım için, sıkı sıkı tutuyorum seni.” Acıyan elimi açıyorum, yok! Ne zaman?



Kıpırtısız dursam da, tüm günü başımı dayadığım pencere camından yağan kara bakarak geçirsem de, içimdeki arayışın hızından soluksuzum her dem. Neden?



Sebepsiz neşelenişlerimin orta yerinde zihnimi buran boşluğa bakıyorum uzun uzadıya. Sormanın erdemine dil çıkaran cevapsızlığın yakıcı öfkesiyle aynaya bakıp soruyorum: Kim?



Ne oldu, ne oluyor ve neyin olmayışıdır halime sebep sorusunun yanıtı, umulmadık bir anda bir kitap sayfasından çıkıp geliyor: “ aşık, kurgusunu kaybetmiş kişidir.” Diye bağırıyor bir adam. Sus, sus diyorum elimde olmayan bir gülüşün arasından. Sus, anladım.



Üçrenk Kırmızı

                                                                 Lucia Fontana