28 Aralık 2010 Salı

BOZULAN DNA SARMALI

Dilderesinde, toprağa dokunmaz işçi Mehmet’in elleri
Her gün ayasında bir parça et düşer ekmek teknesine
Sevdiğinin eteklerinden tutmaz, göğsündeki acıya yatırmaz tenini
Gizler ciğerindeki dumansız ateşi
Bir komşusu kimya fabrikası, bir komşusu mermer atölyesi
Bacaları zehir tüter, nafakaları pay edilir yakaları armalı çocuklarına
İşçi Mehmet’in elleri diş geçiremez ömrünün yarısına



Dilderesinde, çocuklar maviye bürünmez
Yolu düşmez taş duvarların grisine
Babalar işsizdir çocuklar işçi
Tezgâha yetişmez boyu
İlmiği atılmamış soketi tutamaz eli
Uydurulur yasası, yazdırılır kullanım kılavuzu
Yakası yaldızlı birine…



Dilderesinde, gün erken kalkar, yol uzar
Başı omzuna değmez avuçlarına dayar Mehmet’in oğlu
Geçerken gözlerini rehin bırakır vitrinin grisine
Bir gecede baskın yapar rehin düştüğü yere
On dördünde tanışır taş duvarlarla
Hurdaya çıkar bir ömür uslanmaz



Dilderesinde, annelerin memelerinde süt rehin kalır
Bir gecede büyür kafası, gözü çukura iner
Korkar dölünden konuşamaz
Bir çukur açılır şakağında
Dayar memesini soluksuz bırakır
Adı konulmamış bir künye aslıdır artık bileğinde



Dilderesine, kolera sızar, manşetler yalan söyler
Adı bağırsak dolanmasına çıkar
Uyluk kemiğinden kemik nakleder diline
Bir gökdelenin ucundan ofset baskılar yapılır
Hipokrat’a yalancı şahitlik pay edilir
Birileri devşirme acılar edinir kendine



Dilderesinde, çıraktır Mehmet’in oğlu
Mermeri kesemez bileği, alnında tuz birikir
Bir ressam zamanı mermere işler
Musa ayıp yerlerini örter Freud’un karşısında
Mehmet’in oğlu mermere adını yazdırır on beşinde



Soluksuz Gri
                                                                  Yeşil



21 Aralık 2010 Salı

OLUŞUMUZUN VANİLYA KOKUSU


Korkuyu hissedebiliyorum. Çünkü kokuyor. Yaydığı koku, kendimi bir köpek gibi hissetmeme neden oluyor. Burun deliklerim açılıp kapanıyor: Saldırıya hazırım. Keskin dişlerim ve sivri tırnaklarım olsun istiyorum. O kokuyu binlerce parçaya ayırıp havaya savurmak, endişe zerreciklerinin rüzgârla yayılışını izlemek istiyorum. Acıyı da savurabilsem keşke…

( Öfkenin nerden çıkıp geldiğini bilmiyor. Bu hikâyeyi anlatma işini bana niçin verdiğini bilmediği gibi. Bilinmeyene merak tutkusunu körüklerken, cevapsızlık sinsice zihnini ele geçiren hırsı büyütüyor. Bir hikâye anlatıcısı için fazla ketumsun, diyor donuklaşmış bakışlarını yüzüme dikip. Duymazlıktan geliyorum. Kokunun neye benzediğini bilmek istiyorum sadece. Anlıyor )

Vanilya. Belli belirsiz ama vanilya. Yayılan kokunun farkında olmaması çileden çıkarıyor; tahrik büyüyor. Duyumsamak iyiydi hani? Hani haz nesnesiydi duyumsadıklarımız? Tutarlılığa kafayı takmış temellendirmeler tarihine gömmek istiyorum o koku yayan tanecikleri de fikirlerle birlikte. Her şeye baştan başlamalı belki. Tüm öğrendiklerimi unutarak ama öncesinde tersine çevirerek zihni; benden bir “ tabula  rasa” yapmaya koyulmalı derhal.

( Beden bedene değerken, ruhlar temassız kalırsa, yoksunlaşan bilinç tutunacak bir şey arar. Vanilya baştan sona kurgudur bundan böyle. Öfke bunun farkındalığından doğar. Bu hikâyeyi istemiyor oluşumu ona söylemek zorundayım. Kokunun,  anlatmaya hevesli dilimde tadı çok belirgin o kokunun, asıl kaynağını kendiliğinden anlamasını beklerken çok geç olabilir diye korkuyorum bir yandan da. Vazgeçmek için çok yorgunum bir de.)

Diyelim ki, neysem onu yapan benim; edimlerimin bir sonucuyum dedikleri gibi. Onlar haklı, diyelim: o kokunun fırlatılmışlığımla giriştiğim mücadeleyle ne ilgisi var?

( Söylemeliyim, ona gerçeği söylemeliyim. “ Gerçek söylenilemez” diyecek daha söz ağzımdan çıkmadan biliyorum. Ama yine de söylemeliyim. Korkum gerçekten kokuyor olabilir mi? )

Gerçeği söyleyemezsin. Dile getiremezsin. Söz gerçeği söylemeye soyundu mu, doğru veya yanlış giysisini geçirir sırtına. Bu kokuya, bu korkuya hiçbiri yaraşmaz şimdi. Sus!

( Boyun eğiyor susuyorum. Dilimin ucunda zımpara sözcükler: Vanilyanın kokusu benden değil, benden değil. Hiç değil! )

Rüzgâr kokuyu alıp götürüyor, görüyorum. Hikâye anlatıcısı çoktan gitmiş. Geriye saf çirkinliğiyle çıplak korku kalıyor. Kollarımı kendime doluyorum.

Üçrenk Kırmızı
                                                                       Esher

19 Aralık 2010 Pazar

DEMON



Yangın başladığında önce pencereler yandı. Yağmurdan sıçramış olsa gerek diye düşündük. Derken duvarda asılı duran fotoğraf yandı. Dedem olduğu söylenen birine ait yırtık bir fotoğraftı. Oradaki yangın da bilinmezlikten sıçradı. Ben o esnada odanın ortasında oturmuş sesi kıbleye dönük sazımın namazına dua olmakla meşguldüm. Bamtelinden sıçrayan yangın parmaklarıma kadar sıçradı. Hızla ayağa kalktığımda duvarda asılı duran aynanın yanmaya başladığını gördüm. Belli ki alev benden sıçramıştı.
Kapıya doğru koşmaya başladığımda bir anda kapıda yanmaya başladı. Ayağımın altındaki halının da tutuşmaya başlamasıyla iyiden iyiye sıkışıp kalmıştım. Artık kül yığınına dönüşeceğimden en ufak bir şüphem bile yoktu. Ölümü kabullenmem gerekiyordu. Böylesine aciz bir durumda yanan kapıya doğru bakarken aynada bir kıpırtı gördüm. Bir insana ait olmadığı belli olan bilezikli bir el, koca pençelerini uzatmış öylece duruyordu. Gidebilecek bir yerim olmadığından o iri ele doğru yürümeye başladım.
Tam aynanın önüne gelmiştim ki aynanın içinden kocaman bir Demon'un başı belirdi. İri, sivri dişleriyle beni omzumdan kavrayıp aynanın içine doğru çekti. Koltuğunun altına alıp yerden göğe kadar dört bir tarafı insanla örülü yerlerden geçip genişçe bir alana geldik. Beni yere bıraktığında birinin yüzüne bastım. Hızla ayağımı çektiğimde başka birinin ellerine bastım. Dikkat etsene be adam, kör müsün, lafları arasında birinin sırtına basarak Demon'un karşısında durabildim.
Boyumun kasıklarına geldiğini o an fark edebildim. O koca yaratık öylece durmuş bana bakıyordu. Gözlerimi Demon'dan kaçırıp etrafıma bakmaya başladım. Az ileride bir ağaç vardı. En azından ilk bakışta ben öyle sandım. Çünkü birbirlerine eklenmiş insanlarla bir ağaç görünümüne ulaştığını anlamak pek de zamanımı almamıştı. Dallarında bulunan insanların vücutlarının parçalarıysa oradan geçen başka demonlardan tarafından kopartılıp kemiriliyordu.
Gökyüzü de yine insanlarla kaplıydı. Tam başımı kaldırmış gökyüzüne bakarken Demon beni kucağına alıp götürmeye başladı. Bağırıp çağırıyordum ama hiçbir faydası olmuyordu. Koca Demon'un kollarında hiçbir etkim olmuyordu. Benim onca debelenmeme karşılık olarak bir kez sıkması beni susutuyordu. Ama peşinden gelen acının dürtmesiyle birlikte daha da hızlı bir şekilde debeleniyordum. Bu kez da Demon beni daha şiddetli bir şekilde sıkıyordu. Son sıkmasıyla birlikte gözlerim karardı ve bayıldım.
Gözlerimi açtığımda çok -hem de çok- sıcak bir yerde buldum kendimi. Beni getiren Demon’un bıraktığı yerde, öylece iki büklüm bir halde uzanıyordum. Tam doğrulacaktım ki beni getiren Demon'un konuştuğu diğer Demon sağ bacağımdan kapıp sürüklemeye başladı. Tüm gücümle bağırdım, nereye götürüyorsunuz beni, diye! Demon o anda durdu. Burnumun dibine kadar gelip, cehenneme, dedi... Sonra ekledi, senden cehenneme alev yapacağız!
Kafkarengi
                                                          Alberto Giacometti

15 Aralık 2010 Çarşamba

KOŞ!


Sesteki ok hedefi bulamadan düşüşe geçti. Koştu kız çocuğu; erkeksi kısacık saçı ve ayağında basması... Ne ardında bıraktığı kan izleri ne de acısı. Yerde kıvranarak boğuk sesler çıkartıyordu; koş diye ünleyen adam.

Eksik eteğin peşine düşmüştü bile üflediği nefese yapışan anasının duası, çalı çırpı yüklü eşeğin sahibi komşu kadının gözleri ve sırtını nişan alan baba tüfeğinin namlusu.



Lapis Lazuli

                                                                Iman Maleki

13 Aralık 2010 Pazartesi

HEMHAL OLURKEN



Bulutlar ıslaktı, gökyüzünden ağlayan renkler sarmıştı boşluklarını. Bu ne olabilirdi? Neyse neydi, sadece duyumsadı. Yağmur beklentisiyle birlikte yıkanıyordu zihnine dolan tüm oldular ya da olmadılar.

Öz oldu, söz oldu, köz oldu. Bu kadar kolay mıydı? Yırtarak bedenini bir ateş topu gibi çıkan, birbirine örümcek ağı gibi kenetlenmiş tüm maskeleri nasıl da uçuşuyordu boşlukta. Çıplaktı adeta, ilk yaratılışının ahengini hissetti hücrelerinde, benliğinde; küçük-büyük, kısa-uzun, güzel-çirkin, iyi-kötü… Tüm tanımlamaların ötesinde kapsamıştı içinde her şeyi ya da kapsanmıştı, kim bilir?

Uzandı ve kucakladı tüm dünyayı, öteye beriye baktı, kara deliklerin içine girdi oradan beyaz deliklere, sonsuzluğun içindeydi, oysaki yerinden hiç kıpırdamamıştı bile…

Yaşamı, sevgiyi hissetti, atıldı birden, öyle ki sevginin ilkel bir duygu olduğu zamansızlıklarda konakladı bir süre. Sevgi yoksa, korkular da yoktu, barış yoksa savaş da yoktu… Hiçlikten hepliğe, heplikten hiçliğe… Hala sözcüklere tutunuyordu, sembollerin, simgelerin değerinin yüksek olduğu zamanlardaydı yeniden. Bedeni ne kadar  dar ve ağırdı, bir o kadar da mükemmel.  İkilik içindeydi yeniden; bir el uzandı yüreğine, ıslak, rengarenkti. Öylesine renkliydi ki , siyaha dönüştü ve kutsadı. Değişim dönüşüm başlamıştı artık, durdurulamazdı bu ışık…

Demirlemeliydi dünyanın en kuytularına bedenini.  Canlıydı, bunu hissediyordu ama biraz da yorgundu… Nicelerini barındırmıştı üzerinde,  akan zehirleri çekmişti içersine. Görevi almadan vermekti. Elini gökyüzüne uzattı, geçmişinin izlerini taşıyan yıldıza uzandı, kim bilir belki yoktu o sadece görüntüydü, ışığı alıp diğer eliyle dünya anaya yansıttı. Her şeye rağmen dünya ana, insanlar tarafından sevildiğini biliyordu. Çünkü insan sevgiden yaratılmıştı, özü sevgiydi…

Bir ses duydu “anneeee” içi sevgiyle doldu ve bu sevgi onu ürpertti. Yavaşça kalktı yerinden, süzülerek kızının yanına gitti, ona sıkıca sarıldı. “Anne, kurabiye yapacaktık, söz vermiştin.” Elinden tuttu ve mutfağa doğru yöneldiler, koyuldular kurabiye yapmaya. “Anneeeeeee” bu kez oğluydu seslenen, yavaşça elini temizledi, oğlunun ne kadar da büyüdüğünü düşündü bir an, odasına gitti ve sevgiyle göz göze geldiler. “Anne, şu şarkıyı bir dinlesen, çok güzel”, gerçekten de çok güzeldi. Tempo tutarak dinlediler şarkıyı birlikte. Mutfaktan kızının heyecan dolu “annneeee” seslenişiyle irkildiler bu sefer, hay Allah kurabiyeleri unutmuştu, koşarak mutfağa gitti,. Kurabiyeler çok güzel kokuyordu.. Düşündü, gerçekten de söylendiği gibi mutluluk bir an değildi, bir yolculuktu.

Sonsuzluğuna kısa bir süre ara vermiş, dünyaya, buraya uygun olan insan denen bedenle gelmişti. Herkes, her şey görünmez bir bağla birbirine sımsıkı bağlıydı, bunu görebiliyordu. Derin bir nefes aldı, akşam yemeğini hazırlamalıydı, yaşam arkadaşı gelirdi birazdan…

Tünami


                                                            Edmund Dulac




7 Aralık 2010 Salı

DİNLEME: DUYMA


dile zoraki yapışmış tanecikleri

topla: sivri keskin uçlarını çıkara batıra cımbızı

..
kemirmesin
..


mıknatık kanlar bezenmiş keyfine kahkahalaşırsın
içmesen de vampirini

kel gözler...

koy: ayracı boynunun şah damarına 

cisminin teranelerini oraya şuraya
bilince akan kanlar ego dansında

düş: her günü kutsala...

bokun içine bata çıka...
bata...çık..

..
ziyafet
..

bat: kal orada!!!

dinlen: dinlemeden...

üç ton kara
                                            erik johansson

4 Aralık 2010 Cumartesi

ÇERÇEVE VE KAHVE


İbrahim çerçevesine bakınarak konuşmaya başladı:

Yıllardan mıdır bu yıllanmışlık yoksa yıllanmaktan mı? Canımı çekip toprakla helalleşsem bu bedenim toprağa sarınır mı acaba? Demin gördüğüm rüya, içimden çalıp sarhoş`a vermişti kalbimi. Kalbim elindeydi. Sonra senin elin değdi. Elinin değmesiyle sabah oldu uyandım rüyadan. Gelip oturdun yanıma. Bir sabah kahvesi vardı dudağında. Sabahın siniriyle sattım düşüncelerimi, pencerenin camına dayanan alacaklı kuşa .İlk defa geldiğimde geldiğini anlamayacak kadar görüştürmüştün kendini bana. Sonra o ünlü öpücüklerinden takıştırdın yakama


(O DA YAKIŞMASINI BİLEN BİR MENDİLDİR TAM CEBİME GÖRE.)


Çıktım evden yürüdüm. Karşıdan İbrahim geliyordu. Elinde cigarası hem fiyakalı bir mendil hem de gıcır bir gülücük takıştırmıştı üzerine. Üzerime geldi. Bir el işaretiyle başımı selamlayıp gitti. Arkasından baktım yine aynı şeyi yaptı. At arabasıyla yokuşa çıktı ve kayboldu. Yine aynı şeyi yaptım. Kahve dudaklımın yanına koşarak gittim. 


(ASLINDA GÖZLERİ KAHVEDİR.)


Yürüdük biraz sonra kaldırımın kenarına oturup sahte saatleri yola attık içimizden. Hiç söyleyemediğimiz söyleyemeyeceğimiz şeyleri söyledik, gülüştük. Sonra yakamdaki öpücüğünü verdim kahveye. Birden yüzü de kahveleşti, aldı mendili çerçevemin üzerine örtüp dışarı çıktı.



Siyah


                                                             Van Gogh

2 Aralık 2010 Perşembe

MUTLULUĞUN HARFLERİ. İki




Lanetli kalabalık: S e n m i b e n i y a r a t t ı n d a h i g i r i p k a n ı m a ç o ğ u l l a ş m a k d i y o r s u n? Sus artık, sus! İçimi un ufak ediyorsun!


Bir görünüp kaybolan, bir susup hep konuşan dostlarımmışsın sanki. Oysa biliyordum: Ayakkabılarımın bağcıklarını kördüğümden ayırıp, fiyonk yapmayı keşfettiğimden beri, tutunacak hiçbir şeyin artık elimde olmadığını, birer birer sökülüp ilmeklerinden…


Bir zamanlar oyuncaktı peşinen olan biten. Ne çok şey öğrenmiştim veresiye yaşayıp. Sus: uyuşukluğun, kendini bilmezliğin ve gürül gürül akarak çavlana dönüşmenin hesapsızlığısın sen!


Sürekli ve hiçbir zaman açılmayacak olan  kapıların önünde, ıslanmış, korkak, yalvaran, zırvalayan  o sesin, sadece bir hayvana ait olabileceğini; üşümeyi unutup saklanacak bir delik telaşına bulaşan insanların, bütün barınakları, sığınakları ve tekme tokat kovulmaların hesabını tutacağını söylemediler bana.


Zavallı argınlığım. Keskin dişli köpeklerin hırlayan gölgesinde, başa nakşedilen yüce bilinci alıp geçmişten şimdiye saklanmanın çaresizliğisin sen. Sus!


Hiç farkına varmadığım o anların birinde kızgınlık kör, kırgınlık kara delikleri oluverdi zamanın. Yaz mıydı, ilkbahar mı bir önemi var mı bunun? Ne çok şey biliyorsun benim geveze aklım. Ama 'an' denilince gözkapaklarıma yığdığın tozlar bile, neden o kadar ağır? “Bireysin sen. Biriciksin. O yüzden rüyaların, o yüzden hayallerin, umutların ve parmak izlerin türdeşlerinden farklı. Sen yalınsın. Sen öznesin ve özelsin. Değerlisin” dediğin bu mu?  Öyle olsa bile, yine de kandıramazsın beni uydurma safsatanla.


İki kişidir insan, bir erkek, bir de kadın.


Bir bedene sıkışmıştır ve orada öylecedir. Tek başına olunamayacağını ama yekliğin, yalınlığın, hızlı adımlar ve marşlar eşliğinde, uygun adım ölüme kadar götürebileceğini bilir kendisini. Direnir buna bilinç. Direnir beden. Dillendirir yüzsüzce. O yüzden şarkıları, o yüzden danslarını öyle hiç aldırmadan…


Uydurma beğeniler, donör olmuş dönürler, karşılıklı töreler ve düğünler eşliğinde yeniden biçim bulur kutsanmış çoğalmalar. Zincirin üst halkası, besin değeri düşük.
Kimler, hangi erkekler ve hangi dişi cazibeye kanarak, büsbütün bir kadını rahmine kadar soyup çekip bulmuş yürekli hallerini oradan?


Ben yeniden öneriyorum öyleyse sana; haydi yap yapabilirsen! Yırtalım o bembeyaz sayfaları yeniden ve yineden. Haydi, bir daha yazalım tertemiz sayfalara. Acıtmayan mürekkeple donansın etlerimiz.


“t a b u l a r a s a t a b u l a r a s a t a b u l a r a s a, t a b u l a r a s a t a b u l a r a s a t a b u l a r a s a!” Ah! Vesaireler eşliğinde yeniden başlar zaman.


Hiçbir çift, ne kadar olgunlaşırsa olgunlaşsın duru bir kelimeye dönüşüp, böylesine güzel, bu kadar anlam yüklü olamazdı artık benim dünyamda. Ne etken, ne edilgen… Oysa kaya: dalganın önünde binlerce yıl daha eriyip, yok olmadan öyle dik, öyle mağrur ve biçimli bir erk olarak kalacak gibi görünmüyor muydu uzaktan algılanıp?


Ya sonra? Ne de güzel oynuyorsun acımadan benimle. Sus! Kimsecikler kanıma girip usulca boşaltamaz zehrini damarlarımda. Yıllar boyu birikmiş renkli erek ve hayallerimden parça parça koparıp, kat kat söktüğüm, hiç düşünmeden de kanalizasyon ağının bir gözüne bıraktığım kimliğim, kirliliğim; ‘ben’ yerine neleri koymuşsa artık. Onu da oralardan...
Kendime ağlıyorum. Deliliğime kanıp.


Upuzun, tam buradan, taaa kendini bilmez bıçkın iklimlere kadar uzanabilecek geçmişi biriktirdim içime toparlayıp. Fark ettim ki geçtiğim yollar kadar önümde uzanan, olasılıkla daha fazla yaraya ve bereye varan zavallı bir gelecek sere serpe önümde.


Kıyar mıydım? Geçmişe acımayıp dokunduğum her yara, gelecekte de kanardı hem. Elbette ki yapmadım. Zihnimin beni sürekli yürümeye, bir hedefe doğru sürüklemesine önce dur demeliydim. Sizler susmalıydınız! Susturmalıydım sizi. Gerekirse yaşadığımı fark etmemle birlikte var ettiğim sizi, muhteşemliğiniz kadar uğultunuzun da yücelere kaçıştığı o mutsuz çoğulluğunuzu, kendimi yok etmek pahasına da olsa susturmalıydım. Bu ölümden bile ağır…
Ama yaptım ve anladım ki, geldiğim bu noktadan daha da ileriye gidebileceğim hiçbir açıklık yok. Bir keçinin yolu ile bir aklın yolunun benzer ölçeklerde, bu kadar dengeli, pürüzsüz ve tamı tamına kesiştiğini, uyuştuğunu kavradığımda, çekildim ben aktif ve katılımcısı olmaktan, süre giden bu hayatın. Maalesef anladım ki, ne benim bildiğim gibi yaşanıyor bu hayat, ne de benim düşündüğüm gibi gerçekleşiyor olan biten.


Onca yoldan, bu kadar eskimiş ve yıpranmışlıktan sonra bakıyorum sepetime: Gidebildiğim sürece bir işe yaradığını veya yarayacağını sandığım, faydası olabileceğini düşünerek topladığım onca şeyin, sarsak, avare ve aylak yürüdüğüm süre boyunca bozulduğunu, içinin boşaldığını, çürüdüğünü, işe yaramaz hale gelip küfe dönüşmesine bakarak acı acı gülümsedim. Ne gereği vardı ki o halde sepetin bıraktığı izi taşımanın bileğimde?
Ama ben yaşıyordum? Oysa bu da garipti…


Nefesimi tutaydım bari ve saç örgüsü olmasındı o halde kolumdaki. Onca yükün altında başka bir bileziğe, ipe, boncuğa, desenlere falan da gerek yoktu hiç. Her biri kapaklarımdan bile ağır inmeyecekler miydi o yorgun gözlerime?  Boşluk olsundu. Çıplaklığı olsundu apaçık bilinenin. Yıpranmamış terlememiş, onca naifliği hoşluk sanıp; hasırdan örülü, dayanıklı, dibinden çelik tellerle desteklenmiş o sepete doldurmamış, onlara aklımı takmamış ve adımlarımı durdurmuş: "Buradan öteye gidilebilecek hiç bir yer yok" un bilinciyle ayaklarımı şöylece uzatıp geriden gelenlere, yani ardımdan, sırtımı bir kayaya yaslayıp daha da ileriye gidenlere bakıyorum şimdi ise gülerek.


Bak, susturdum seni geveze kalabalık. Aha ha ha haaa!
Dilini yuttun evet. Söyle; “Dilimi yuttum, onu ısırıp kan içinde bıraktım” de bana önce. “Kıvranmasına, ağzımın içinde bir yılan gibi dolaşarak tıslamasına, dimağımdan damağıma, diş etlerime, yutkunmama karışmasına son verdim” de!
Ya da düşün ey ahmak! Hiçbir şey yapma düşün!

Yaşamıma giren herkese, gerçekten hem bana, hem de kendilerine göre, ‘iyi şeyler’ olabilecekleri kadar da şans verdim: 'iyi'. Anlamı  nedir ki bunun?
“İyi”. Gökler iyi midir mesela? Bazen masmavi olmaları, bulutları, yağmurları, kuşları ağırlamaları iyi bir şey midir ki? Benim göğüm iyi diyelim mesela, ama ya seninki? Seninki iyi midir? Aynı tondaki mavi, aynı hacimdeki bulut; birbirinin tıpatıp benzerleri olan kuşları da küme küme biriktirse seninki de: “Bana oldukça iyi gibi görünen kendi göğümün, sana kıpkırmızı kanları kusturmayacağı ne malum?”


Toprağın derinliklerine kök salmış ağaçlar iyi midir örneğin? Nedir ağaçları iyi kılan şey? İnsanın varoluşuyla birlikte kendini saflığa, durağanlığa, kadimliğe adamışlığı iyi midir ağacın? Umarsızca her mevsim yaşamdan ölüme koşan yaprakları, yıllar boyu varlığa, yıllar boyu yokluğa kucak açmış olması iyi bir şey midir? Yapraklarından birinin iyi olması veya tamamının, bir ağacı kökünden dallarına, kabuk bağlamış gövdesine, bahardaki donandığı çiçeklerine kadar olan bütünü iyi yapabilir mi? Nasıl kokar soluğu bir ağacın ve yahut sakin midir ki ağaç? Nedir fırtınanın karşısında yerden göğe eğilip bükülmesi, ayıca neye yarar, nedir ağacı iyi kılan şeyler öyleyse?


Upuzun bekleyişi, sessizliği mi? O halde sabra bile giydirilen ‘iyi’ denilen meşum, zamanın bir parçasına ilişiktir değil mi?


Kuşlar iyi midir acaba? Onların dünyaya bambaşka bir açıdan bakarak uçması, karaları, denizleri, kentleri ve ormanları, onları tıka basa dolduran insanları baştan aşağıya süzmeleri, iyi midir ey akıl?


Saf halinde yeni doğan, hayata hiç karışmamış, onunla derdi olmayan da kimdir? İyi midir bir bebek?

Nedir iyiyi 'iyi' yapan şey? Onun biricikliği, erdemle donanması, ahlaka düşkünlüğü ona duyulan ihtiyaç, ağlamak mıdır yoksa? Kimin çıkarı yoktur ki ağlamaktan? Ağlamak iyi midir?

Yumuşak yüzü, sarıp sarmaladığı ferahlığı, güveni, kaygısızlığı, doğruluğundan emin olduğumuz değerlerin toplamı bu kadar ‘iyi’ yapabilir mi bir kavramı? Ki doğru bile bu kadar hastalıkla yüklüyken.

Alelacele olduğu yerden, kendi gerçek doğasından koparıp sepetlerimize attığımız, bunu yapmakla onu, başka bir şeye dönüştürdüğümüz, beslendiği damarlardan koparıp çürümeye küflenmeye zorladığımız, onca yolu yürüdükten sonra açıp içine baktığımız, bir hiçe dönüştüğünü görerek acı acı gülümsediğimiz, bize katacağını sanarak bizi eksiltmesine izin verdiğimiz şey değil mi “iyi?”
Üremek iyi midir, sorarım sana?


İyiyi iyi yapan nedir ey sarsak akıl? O da bir delinin eğlencesi değil mi?


“İyilik yok. İyilik öldü. İyilik hiç var olmadı ki…"

Dört ekim on
Tenekeden Macivert  




                                                            Edvard Munch